tam içimden geçeni yapacak olsam, şöyle güzel bir aşk romanı yazmak isterim. kötü görünümlü iyi adamlı ve iyi kadınlı, klişenin de ötesinde bir şey. öyle kitapları çok severim, iyi yazılmış olanlarını özellikle. örnek veriyorum jane austen, emily bronte. tüm öğrencilerin anladığını düşünüyorum, jane austen okumadan da bloglara sarmayın yani, ayıboluyor.
kendi çapımda feminist fikirlerim var, feminizmi aptal bulmuyorum. feminizmin ismi üzerinden yürütülen tartışmalara girmek istemiyorum. bunu hiç istemiyorum gerçekten de.
neyse, feminist fikirlerim var, fakat işte kötü görünümlü iyi adamları ve iyi kadınları olan aşk romanlarını çok severim. elimde olsa birinin içine girer orada yaşardım, o kadar severim.
25 yaşımdayım, hayattaki en büyük arzumu düşündüm geçen gün, hala vampir olmak. bunun haricindekiler o kadar büyük arzular değil. küçük vampir serisi kafamı yakmış zamanında gerçekten.
tam içimden geçen demişken, tam içimden geçeni pek yapmıyorum. tam içimden geçen genelde saçma sapan vampir kitapları okumak, boğuluncaya kadar mandalina ve petito yemek ve dizi izlemek. tam içimden geçeni yapınca kendimi pek sevmiyorum.
hobilerim arasında baharı yazı ve sıcak günleri ne kadar sevdiğimi söylemek ve kıştan nefret etmek var. çocukluğumdan beri çok gezmek isterdim, şimdi çok gezdim. artık daha da çok gezmek istiyorum. milli piyango ile kazı kazanı ayıramayacak cahilliğime rağmen birinden biri bana para verse çok gezerdim. ve işte diğer hayır işleri .
hobilerim arasında müzik dinlemek o kadar da yok. yeni gruplardan ve duruma uygun şarkılardan ve bunun üzerinden insan değerlendirmesi yapmaktan pek anlamıyorum. herkesin bildiği ve sevdiği şeyleri seviyorum genellikle.örnek veriyorum mfö. mfö yü gerçekten çok severim, çünkü onlar hep neşeli insanlar, tıpkı benim gibi.
ilerde bohem görünümlü bir evim olsun isterim, ama o pisler gibi ışıkların üstüne örtü örtüp karanlıkta oturmak istemem. ameliyathane aydınlığında yaşamaktan hoşlanırım. çünkü pislik bir böcekle hiçbir ortak yönüm yoktur.
neyse. yazacağım güzel aşk romanında, kadın benim gibi sinirli olmasın isterim. bencil ve kendini beğenmiş de olmasın. ya da biraz kendini beğenmiş olabilir çünkü akıllı biri. fakat sinirli olmayan insanların da biraz sıkıcı olduğunu düşünüyorum. ama benim kadın karakterim sıkıcı da değilmiş. sonra adam da bilmemnerenin dükü falanmış ( tabi ki ingilterede geçiyor roman ). dük en iyi olan mıydı yoksa marki falan mıydı en iyi şu an bilemiyorum. ama adam en iyi olan şeydenmiş. kadın da o kadar iyi olmayan bir şeydenmiş ( roman feminist değil demiştim ) . neyse bunlar tanışmışlar, sonra olaylar. sonra da evleniyorlar. evlendikten sonra ne olduğunu da hiçbir kendini beğenmiş salak hayal etmemiş. çünkü bu öyle bir roman değil, evlendiklerine o kadar seviniyorsun ki evlendikten sonra ne olduğunu hayal edecek halin yok. böyle kendini beğenmiş çok bilmişlerden de nefret ederim. yok pamuk prenses yedi çocuk yapmış bulaşık yıkıyormuş, yok rapunzel kanser olmuş saçları dökülmüş. nefret ederim.
şimdi içimden geçeni yapıp bu yazıyı yayımlayayım. sonra içimden geçmeyeni yapıp kaldırayım. insan kendisiyle ne çok çelişiyor, çatışıyor, hayat ne çok çelişkiler çatışmalar da demeyeceksiniz. nefret ederim.
26 Ekim 2013 Cumartesi
19 Ekim 2013 Cumartesi
an eye for optical theory
insanlara bakıp hayatlarının nasıl olduğunu hayal etme eğlencesini bilirsiniz. hani genelde arkadaşlarla yapılır, başkalarına anlatılırken de '' zeki ve yaratıcıyız , sizin gibi tabu oynamakla vakit öldürmüyoruz '' altmetninden geçilmez.
ben o işi çok yapıyorum işte, gerçekten çok. sadece insanlarla da değil, akşamları ışıkları yanan evlerle, çöpün kenarına koyulmuş ev eşyalarıyla, ucuz kıyafetlerle falan. fakat yalnızca bir noktaya, genelde kadınlıkla, sıkıntıyla ve işte bir hale fazlasıyla ait olmakla ilgili bir noktaya varıyorum. herkes mutsuz evlilikler yapmış ( mutlu evlilikler bile bana mutsuz geliyor çünkü ), herkes ankastre mutfaklara fazla takılmış, herkes aşırı temiz, diziler, salça ve soğandan mütevellit ev kokuları falan.
kadın olmakla alakalı bir sorunum olduğunu, aptal bir psikolojik değerlendirmede '' hangi hayvan olmak isterdiniz, neden ? '' sorusuna '' erkek bir çita olmak isterdim, çünkü istediğim kadar koşabilirdim ve yavrularla ilgilenmem gerekmezdi '' yazarken düşündüm. aslında sorun kadın olmakta da değil de, dışarı çıkmakta. o kadar çok evde oturan, evini saplantı haline getirmiş kadın tanıyorum ki - ve gurur duyuyorlar bununla - bir noktadan sonra temizlik saplantısı ve salça kokusu cinsiyetime tanımlanmış bir yazgı gibi görünmeye başlıyor, üstelik bütün bu sıkıntılara, tekrarlara ve monotonluğuna rağmen, yahut bunlar yüzünden diyelim, çekici bir tarafı da var.
şimdi evlensem, ki şimdi evlenebilirim eğer gerçekten istersem, bir kocam olsa ve işte sevimsiz ama bana sevimli gelen birkaç çocuk, onların başarılarıyla övünmek hayatımın odağı haline gelse ve başkalarının çocukları ne kadar başarısızsa benimkiler o kadar başarılı olsa, güzel bir mutfağım, bütün o asitli ve parçacıklı temizlik jellerim, uyumlu mobilyalarım, temizlikten ofis karaktersizliği payesine ulaşmış bir evim olsa. işte şimdi tüm bunlar olmuş olsa, ne düşünüyor olurdum? bu saatte bir dizi olur muydu, yerde bir toz zerreciği görmüş, onu elimle alıp çöpe atmış, elimi yıkamış,perdeleri örtmüş ve kocamın yanına uzanmış olur muydum?
hayat güzel bir kayboluşun içinde, amaçsızlığın kendi kendine üretip durduğu küçük amaçlar içinde, dertsiz tasasız geçip gidiverir miydi?
böyle kaybolmuş hallere kendimi koyduğumda, en çok uykuları düşünürüm. üstünde fazla düşünülmemiş bir hayatın, tavana bakılmayan, yanındakinin huzur telkin eden nefesleriyle ve koluna elini değdirdiğinde sana da bulaşıverecek gibi olan masumiyetiyle dalınan güzel uykuları.
benim uykularım güzel değil, yapmadığın şeyleri düşünmemeye çalışarak, yapamayacağını düşünmemeye çalışarak, yalnız olmayı tercih etme sebeplerini rasyonalize etmeye çalışarak dalınan uykular. benim uykularım bir şeyden kaçabilmenin uykuları.
üstüne üstlük, bir şey yaptığım da yok. hayat elimden kayıyor diye korkmaktan, çürümeye başladığımı düşünmekten ve başkaları ne yapıyor da her şey bu kadar yolunda ve olması gerektiği gibi görünüyor diye düşünmekten başka.
ben o işi çok yapıyorum işte, gerçekten çok. sadece insanlarla da değil, akşamları ışıkları yanan evlerle, çöpün kenarına koyulmuş ev eşyalarıyla, ucuz kıyafetlerle falan. fakat yalnızca bir noktaya, genelde kadınlıkla, sıkıntıyla ve işte bir hale fazlasıyla ait olmakla ilgili bir noktaya varıyorum. herkes mutsuz evlilikler yapmış ( mutlu evlilikler bile bana mutsuz geliyor çünkü ), herkes ankastre mutfaklara fazla takılmış, herkes aşırı temiz, diziler, salça ve soğandan mütevellit ev kokuları falan.
kadın olmakla alakalı bir sorunum olduğunu, aptal bir psikolojik değerlendirmede '' hangi hayvan olmak isterdiniz, neden ? '' sorusuna '' erkek bir çita olmak isterdim, çünkü istediğim kadar koşabilirdim ve yavrularla ilgilenmem gerekmezdi '' yazarken düşündüm. aslında sorun kadın olmakta da değil de, dışarı çıkmakta. o kadar çok evde oturan, evini saplantı haline getirmiş kadın tanıyorum ki - ve gurur duyuyorlar bununla - bir noktadan sonra temizlik saplantısı ve salça kokusu cinsiyetime tanımlanmış bir yazgı gibi görünmeye başlıyor, üstelik bütün bu sıkıntılara, tekrarlara ve monotonluğuna rağmen, yahut bunlar yüzünden diyelim, çekici bir tarafı da var.
şimdi evlensem, ki şimdi evlenebilirim eğer gerçekten istersem, bir kocam olsa ve işte sevimsiz ama bana sevimli gelen birkaç çocuk, onların başarılarıyla övünmek hayatımın odağı haline gelse ve başkalarının çocukları ne kadar başarısızsa benimkiler o kadar başarılı olsa, güzel bir mutfağım, bütün o asitli ve parçacıklı temizlik jellerim, uyumlu mobilyalarım, temizlikten ofis karaktersizliği payesine ulaşmış bir evim olsa. işte şimdi tüm bunlar olmuş olsa, ne düşünüyor olurdum? bu saatte bir dizi olur muydu, yerde bir toz zerreciği görmüş, onu elimle alıp çöpe atmış, elimi yıkamış,perdeleri örtmüş ve kocamın yanına uzanmış olur muydum?
hayat güzel bir kayboluşun içinde, amaçsızlığın kendi kendine üretip durduğu küçük amaçlar içinde, dertsiz tasasız geçip gidiverir miydi?
böyle kaybolmuş hallere kendimi koyduğumda, en çok uykuları düşünürüm. üstünde fazla düşünülmemiş bir hayatın, tavana bakılmayan, yanındakinin huzur telkin eden nefesleriyle ve koluna elini değdirdiğinde sana da bulaşıverecek gibi olan masumiyetiyle dalınan güzel uykuları.
benim uykularım güzel değil, yapmadığın şeyleri düşünmemeye çalışarak, yapamayacağını düşünmemeye çalışarak, yalnız olmayı tercih etme sebeplerini rasyonalize etmeye çalışarak dalınan uykular. benim uykularım bir şeyden kaçabilmenin uykuları.
üstüne üstlük, bir şey yaptığım da yok. hayat elimden kayıyor diye korkmaktan, çürümeye başladığımı düşünmekten ve başkaları ne yapıyor da her şey bu kadar yolunda ve olması gerektiği gibi görünüyor diye düşünmekten başka.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)