9 Eylül 2010 Perşembe

burcu istanbulda kaldığı yıl, dershane dönüşü rakı içer ve radyodan arabesk sayılabilecek şarkılar dinlerdik. rakının ve şarkıların o hep aynı tekrarlarla içe işleyen karamsarlığı beni ufak çaplı ruhsal çöküntülere sürüklerdi, ağlardım sık sık.
kendi kederimin beni bir anlamda rahatlattığı o akşamlarda, hayatımın hep o sıralar çektiğim acıların yansımaları ile geçeceğini ve aslında onlardan sıyrılmayı o kadar da istemediğimi düşünürdüm. o kadar çok aşk acısı çekiyordum ki, acı çekmeden var olamayacağıma inanmaya başlamıştım, benliğimin acıdan etkilenmemiş bir tarafı yoktu ki, acı gittiğinde ona tutunabileyim, zihnimde aşktan ve acıdan kaçabilmiş bir parça yoktu, olsa oraya sığınır ve o zamanları atlatma hayalleri kurabilirdim belki.
arkadaşlarım beni terk etmişti, hakları da vardı çünkü onlara hayatı cehennem ediyordum hakikaten, sürekli yaşadığım şeyi anlatmam gerekiyordu, içimde kalamıyordu, benden büyüktü, yaşadığım zamanın ve mekanın haricinde başka bir boyut gibiydi.
Şimdi tüm bunların üzerinden çok uzun zaman geçti, çoğu unutulmaması lazım gelen şeyi hatırlamakta zorlanıyorum o dönemle ilgili olarak, ama acı çekmenin ne demek olduğunu, aşık olmanın getirdiği mutluluğu hatırladığım kadar net hatırlıyorum. kuleli camii'nin avlusunda oturduğum ve denizi seyrederken farkında olmadan iç çektiğim o güzel akşam, kendimi çok yalnız ve biraz da bahtsız hissettim, yalnızdım çünkü kendi içsesimle konuşur gibiydim, bahtsızdım çünkü bu hal beni çok mutlu ediyordu.
orada, karşıda, rumeli hisarında, sarıyerde ve leventte, benim çocukluğum vardı, boğazda upuzun yürüyüşler, iskele babalarının üstüne zıplayan küçük ayaklar, dalgalar, yakamozlar ve kederli eve dönüşler vardı ve burada, küçücük bir camii'nin denizi de kendine dahil eden kocaman avlusunda bu hatıralar, o zamanın ve şimdinin güzelliğini de içine alarak, tekrarlanıyor gibiydi.
kendime, aşk acılarının bütün o korkunç güzelliklerine rağmen, yalnız kalmanın huzursuz eden tarafına rağmen, yalan söylemeyi sürdüremeyeceğimi hissettim o avluda, gemiler geçiyordu.

2 Eylül 2010 Perşembe

sirenlerden korunmak isteyen Odysseus kulaklarına bal mumu tıkamış, kendisini siren direğine sımsıkı zincirletmişti. Aynı şeyi, sirenlerin daha uzaktan ayartıp baştan çıkardığı kimseler değil ama, başkaları öteden beri yapabilirdi kuşkusuz. Ama bunun bir işe yaramayacağı bütün dünyaca biliniyordu. Sirenlerin şarkıları ne varsa delip geçiyor, şarkının ayartısına kapılanların içinde zincir ve direklerden daha da fazlasını kırıp parçalayabilecek bir tutkunun doğmasına yol açıyordu. Belki Odysseus da işitmişti bunu, ama umursadığı yoktu. Bir avuç bal mumuyla bir bağ zincire katıksız güven besliyor, başvurduğu önlemden dolayı sevinç içinde sirenlere doğru yol alıyordu.

Ama sirenlerin şarkıdan çok daha tehlikeli bir silahları vardır ki, o da susuşlarıdır. Hani böyle bir durumla karşılaşılmamıştır şimdiye kadar, ama karşılaşılabilir. Bir kimse belki sirenlerin şarkısından kurtarabilir kendini, ama susuşlarından asla. Dünyada hiçbir nesne yoktur ki, kendi gücüyle sirenleri yenmenin mutluluğuna ve bu mutluluktan doğarak her şeyi önüne katıp sürükleyecek büyüklenmeye karşı durabilsin. Ve gerçekten, Odysseus yanlarına yaklaştığı zaman, yeni düşmanlarının üstesinden ancak susmakla gelebileceklerine inandıklarından mıdır, yoksa bal mumu ve zincirden başka şey düşünmeyen Odysseus'un yüzündeki mutluluk kendilerine şarkı söylemeyi tümüyle unutturduğundan mı, artık nedense, o yaman şarkıcı sirenler şarkı söylemeyi bırakmış susuyordu.

Ama Odysseus besbelli sirenlerin susuşunu fark etmiyor, onların şarkı söylediğini, ama kendisinin bunu işitmediğini sanıyordu. İlkin sirenlerin boyunlarını döndürmelerini, derin derin solumalarını, gözlerinin yaşla dolmasını ve yarı açılan ağızlarını şöylece fark etmiş, ne var ki bütün bunların çevresinde yankılanıp sönen, ama kendisine işitilmeyen şarkılardan kaynaklandığını düşünmüştü. Ancak, çok geçmeden söz konusu görüntülerin tümü, Odysseus'un uzaklara çevrilmiş gözlerinin önünden kayıp gitmişti. Odysseus'un azmi karşısında sirenler silindi ortadan ve kendilerine iyice yaklaşan Odysseus onları fark etmez oldu.

Ne var ki, sirenler her zamankinden daha bir güzel gerinip uzandılar, sonra arkalarına döndüler, korkunç saçlarını rüzgarda uçuşmaya bıraktılar ve kayaların üstüne sere serpe açıp yaydılar pençelerini. Artık, Odysseus'u ayartıp baştan çıkarmayı düşünmüyor, yalnız ondaki bir çift iri ve parlak gözü elden geldiğince uzun süre seyretmek istiyorlardı.

Sirenlerde bilinç diye bir şey bulunsaydı, daha o vakit yok olup giderlerdi. Ama bu bilincin olmayışından ötürü hayatta kaldılar, ellerinden de bir tek Odysseus kurtuldu.

Kafka / Taşrada Düğün Hazırlıkları

1 Eylül 2010 Çarşamba

leyleğin geciken adımı

şimdi üstümde çok tuhaf bir kıyafet var, hülya avşarın ablasının kocasını tavlamak için havuzda salınma faslını sonlandırdıktan sonra hem kurulanma hem de '' ben seni tavlamak istemedim, istemeden oluverdi '' deme amaçlı giyebileceği bir kıyafet. o kıyafetle son sigaramı da bahçede içtim az evvel, komşuların uyanmadığını ve beni böyle göremeyeceklerini umarak.
yüksek belli kotlar yeniden moda olduğunda aslında çok sevinmiştim, ama hiç giyemedim, zira çok fena duruyorlar insanda, çok. dün bmc'den kolyevari bir şey yürütmüş ve bir dahaki görüşmemizde geri vereceğimi düşünerek kendimi rahatlatmıştım, ama odamı altüst etmeme rağmen ( zaten altüst idi gerçi ) bulamadım o şeyi, buradan söylersem daha az sinirlendirici olur belki diye yazıyorum bunu, aynısını alacağım bmc, vallahi.
babam iki gün evvel bizim dağınıklığımızdan dem vururken şu hayatta en çok özlediği insanın ayten abla olduğunu söyledi ciddi ciddi ( kendisi ordu'da ), ona üzülüp odamı toplama kararı almıştım, ama toplamadım.
türkan şoray, filiz akın falan o güzel yalılarında neşeli hayatlar sürerlerken ben hep büyük bir aşk beklentisi içinde '' aslında '' sıkıldıklarını ve karşılarına çıkan ilk iyi, yakışıklı adama falan bu sebepten delice tutulduklarını düşünürdüm. aşk ilişkileri insanları sıkıntı ve '' aslında '' yalnız olmaktan kurtarma amaçlı beyhude çabalar mıdır dostlarım? hayatı paylaşmak safsataları falan. klişeleri sorgulayıp akıllı görünmek için fazlaca akıllı olduğumu düşünüyorum şimdi, boşverelim bunları.
beyazıtta iftar yapmamızın akabinde teravih kılan bmc'yi beklerken, beyazıt çınaraltında ömür boyu yalnızca otursam ve çay içsem olmaz mıydı diye düşündüm. o çınarın yaprakları benim üstüme dökülse, bavulların içinde bıçak, ikinci el elektronik eşya ve mendil satan insanlar işe geldiklerinde ilk beni görseler, sonra sabah selamlarının umudu, akşamların ve ezanların yorgunluğu, başka sohbetlerin kırılıverecekmiş hissi veren saydamlığı.
herkesin, her şeyin bir kokusu var, benim de var ve o çınarın altında yeterince oturduğumda o çınar gibi kokacağım bir gün, o kadar güzel bir hayal ki bu.
bugün mutsuzluktan ölebilirim sanırım. sadece ağlamak, uyumak, uyurken ağlamak ve ağlarken uyuyakalmak niyetinde falanım gün içerisinde.
dün bmcye veda partisi adı altında beyazıta gittik, oradan da çınaraltına gelip sabahladık ve çok iyi falandım yani, ama onlar gttikten sonraki mutsuzluk hali çok çok fena. güneş açtı, azıcık param olsa gidip çınaraltında kitap okuyacağım, ama mümkün değil. canımı sıkan şeyleri artık düşünmeme kararım şeylerin onları düşünmesem dahi canımı sıkmaya devam atmeleri neticesinde kifayetsiz kaldı an itibariyle. neyse ben uyuyayım. OH DEAR GOD:(