29 Kasım 2010 Pazartesi

mürur - u zaman

bu rfotoğraf kendimi bildim bileli bizim evin salonundaydı, şimdi aldım buraya, odama astım. iyi mi ettim, kötü mü ettim bilemiyorum, herkes kadar kendi nostaljimi kutsuyorum yani ben de.

insanlar bana yalan söylesinler istemiyorum, ama doğruyu hiç söylemesinler, zira herkesin hikayesi birbirine ve benimkine de elbette, çok benziyor ve boğuluyorum. psikolojik saptamalar yaparak karşımdakini çözmeye çalışma oyununun aşağılıklığını ve olanaksızlığını fark ettiğimden beri bunu da yapmamaya çabalıyorum, kimsenin karşısında sabırlı gülümsemelerden duvar öremem yani, özellikle de bu denli hiçbir şey dinlemek istemediğim bir dönemde. iki tane freud okumuş herkesin '' beni hiç anlamıyor '' serzenişine cevabı '' peki sen anlaşılmak istiyor musun? '' falan oluyor zaten ve benim bahsi geçen aile psikologlarıyla ilgili de aşağılayıcı fikirlerim var.
bugün vefa ile sınıf arkadaşlarımızın oturduğu masaya bakan uzak bir banka oturduk ve resmen oraya oturduğumuz için dedikodu yapmak zorunda hissettik, insanlar bizi duyamayacak kadar uzak fakat bizim onların hareketlerinden anlamlar üretebileceğimiz kadar yakınlardı falan ve biz kendi küçük akıllıyız biz grubumuzu falan oluşturuyorduk yani onlarla dalga geçerek.
bu olay sırasında o masada oturan arkadaşlardan biri fotoğrafımızı çekmiş, öylesine kötücül çıkmışız ki fotoğraf sanatına bakış açım değişti diyebilirim.
bir tek arkadaş daha edinmek istemiyorum sevgili dostum, bence korkunç sosyalim yani ve bu çok bezdirici bir şey. iphonea talking tom cat diye bir application indirdim, şimdi onunla konuşuyorum, daha doğrusu bir şey söyletip ona tekrarlattıktan sonra ödül olarak süt içiriyorum falan, hayat bana güzel yani.

25 Kasım 2010 Perşembe

biraz ötede gökkuşağı veya istanbul

Biraz önce dünden kalan paketimin sonuncu sigarasını içerken gökkuşağını farkettim. kaldığım evin çok yakınında bir yerdeydi, öyle ki parabolün kalan yarısını göremiyordum. hayatımda ilk defa gökkuşağına bu kadar yakın oldum yani. izmir'de yaşadığım en büyük görsellik buydu herhalde. şimdi hava biraz soğuk, saatlerin geçip gitmesini bekliyorum. 5 litrelik pıınar markalı suyun ambalajında 'çamlıca' yazıyor. muhayyerkurdinin 'seni bu hüzünden kim kurtaracak' temalı sesleri, bana hüznün hakkının verildiği yerleri hatırlatıyor. O'nu bekleme işini oralarda yapamaz mıydım diye iç çekiyorum. gökkuşağı da gitti yani.

18 Kasım 2010 Perşembe

bonnie was a bitch, clyde was a junkie

sevgili dostum,
rüyamda Stephen King'in bizim okulda hoca olduğunu gördüm, ben de evdeki külliyatı toplayıp imza istemeye gidiyordum falan. çok severim kendisini ( kendisini dediğimde bir büyümüş ve küçülmek isteyen kız hissiyatı yaşayıp irkildim dostum ), korkmanın ve heyecanlanmanın yanında edebi bir keyif de alıyorum yani okurken, neyse. okulda bir hocamız var, bize çok kitap önerince ve kitapların maliyetinin fazla olduğu hakkında sızlanmalar gelince gidip kitap çalmamızı öğütlüyor. hapse girersek yahut kitapçının gizli saklı bir mahzeninde dayak yersek - fırat budacı - , o kurtaracak bizi çünkü. bu insan elli yaşında, ikiz kızları var ve 10 yazıyla on yaşlarında görünen bir öğrencisiyle çıkıyor senelerdir, kız ona HOCAM diyor ve ben kendimi asit kuyularına atmak arzusuyla uzaklaşıyorum yani.
İstanbuldayım ve burası çok güzel dostum, hava bile güzel inanmazsın. Ve fekat yine hasta olmayı başarabildim -evimizin igloluğundan, benim suçum değil. bugün burnum aka aka bindiğim otobüste gidip bir adamın yanına oturdum, önde karısı ve çocuğu oturuyordu ve adam ben yanına oturunca çocuğunu kaldırıp kendi yanına oturttu, beni de karısının yanına postaladı. ben de '' gerek yoktu, teşekkürler '' gibi bir şeyler geveledim. olaya bireysel açıdan yaklaşınca iyi oldu zira otobüste adamların yanına oturmaktan hiçbir zaman hazzetmiyorum, birincisi iri oluyorlar ve temas etmek kaçınılmaz oluyor, ikincisi de pek çoğu bildiğin moron olduğu için bacaklarını yüz seksen derece açıp erkeklik taslıyorlar falan. dolayısıyla iyi oldu yani.
beklediğini yapıp olaya toplumsal açıdan falan yaklaşmayacağım ama, zira toplumsal yaklaşımlar beni bozar yani, bilirsin.
annem televizyondaki sihirli dadı filmi için ısrarla beni yukarı çağırıyor, dolayısıyla gitmeliyim dostum, sevgiler.

14 Kasım 2010 Pazar

gece hikayeleri

istanbula geldim dün gece. ben tuşlara bastıkça ekranda harflerin ilerleyişini çok seviyorum. babam kahvaltı hazırlamış küçük bahçemizde. benimle konuşmak istedi galiba, ama söyleyecek bir şeyim yok sanırım, istanbula gelince izmirde kolaylıkla kaçabildiğim mutsuzluklara yakalanıyorum. brahmsın lullabyını dinliyorum şimdi, babaannem ölecek. sigara içiyorum, kahvaltı uzun zamandır yemediğim yiyecekleri ihtiva ettiğinden midem bulanıyor. ama olsun.
rüyamda burcu'yu gördüm, bize gelmişti ama diş fırçası yoktu, kendime yeni bir tane aldım dün, onu vermeyi teklif ediyordum falan. çok özledim onu ve yanımda olması lazımdı şimdi. izmirde değil belki ama evimde olmayı isterdim şimdi, güneşli bir tatil sabahı olsun, çay içelim ve konuşalım isterdim. ne çabuk özleniyor her şey.

6 Kasım 2010 Cumartesi

kader, erik satie ve gnossienne n1

yazmayı çok istiyorum aslında, ama yazamıyorum yani, hakikaten. ne yazsam olmuyor, siliyorum ya da yayımlayamayacak kadar aptal olduklarını fark ediyorum falan, ben de öyleyim zira. bu yazıyı bir mektup gibi yazacağım, ismini vermeyi şık bulmadığım bir arkadaşıma, o zaman belki olacak gibi.
cuma günü bir arkadaşım göç ve sinemayla ilgili sunum yaptı, sonra da tezer özlü okudu sınıfa, o ruh hallerinden ne derece uzak olduğumu düşündüm o okurken. tezer özlü'yü çok severim ben, ama işte istanbula okunabilecek bir yazar gibiydi ve oradaki hallerimle ilgiliydi yani, şimdi erik satie dinlemek dışında pek bir şey yapamıyorum.
kader'i yeniden izledim geçen gün, sonrasında veya öncesinde, pis sokakların söyledikleri hakkında konuşabilmiştim ve film de, erik satie de bunlardan bahsediyor gibi geldi bana, dostum. yaşadıklarımdan bahsetmeye kalkarsam ne olacak bilmiyorum, ama yapamıyorum, kenarından geçmek daha kolay geliyor, en azından şimdilik.
evdeyim, evde mine ve ela var, sigara ve çay içiyoruz ve aşkının bu evin soundtracki dediği gnossienne n1 dinliyoruz. birazdan o ve birben gelecek ve oturacağız yani yine, çay içeceğiz. günlerin nasıl geçtiği gerçek bir muamma dostum, uyuyorum, uyandığımda o gün uyumadan önce ne olmuştu hiç bilemiyorum, yalnızca olaylar oluyor ancak onları da asla kronolojik bir sıralamaya oturtamıyorum.
kader beni de anlatan bir film miydi dostum, seni anlattığını biliyorum ama beni de anlatıp anlatmadığını öğrenememeyi ümit ediyorum ben. çok tuhafım, günler geçiyor ve hiçbir şey olmadan her şey yıkılıp yeniden kuruluyor, başka biri oluyorum heralde.
evim o kadar güzel ki, görebilmiş olmanı çok isterdim. bahçesinde hala yaseminler var, izmir'in tuhaf güneşi onları solduramadı ve sabah kahvaltılarında salonumdan denize bakıyoruz hep. bahçemde anne kedi ve yavruları var, acıktıkları zaman anne kedi mutfak pencereme oturuyor ve bakıyor, mama veriyorum ben de.
kedim benden uzaklaşıp yalnız başına sokaklarda dolandığında ise benim onu mutfak penceresinde beklemekten başka bir varoluş sebebim kalmayıveriyor dostum. hiçbir şeyin gerçekten önemi yok mu ne?
ben artık ne rol yapabiliyorum ne de yalan söyleyebiliyorum dostum, işin bunu kaldıracak bir tarafı kalmadı yani, sen de böyle olduğunu söylemiştin bir vakitler ya.
bana ne olacak hiç bilmiyorum. her şeyi yeniden yaşayayım istiyorum sadece, çünkü boş sokaklar, evvelden sevip bağlandığım kahveler, yediğim yemekler, tanıdığım insanlar, her şey bana daha başka geliyor, O'nun gölgesinde.