24 Ocak 2011 Pazartesi

kiss kiss, bang bang


ipodların ilginç şeyler oldukları çoook eski zamanlardı; ipod mu o diye soran felsefe öğretmenime '' evet U2'nun mu ne imzası var arkasına, kim dinliyorsa artık '' diye cevap vermiştim. yanındaki rehberlik öğretmenine dönüp '' gençlere bak ya, U2'dan bile haberleri yok '' dedi ve devam etti '' biz Bono'yla yatıp Bono'yla kalkardık ''
beklediğim olmuş, U2 ile başlayıp her ikisinin de mutlaka deli dolu olan üniversite yıllarına uzanacak bir konuşma başlatmıştım, uzaklaştım.
hissettiğim rahatlamanın tek sebebi istediğim tepkileri tam da istediğim şekilde verip bana pavlov hissiyatı yaşatan bu iki kadın değildi, klasik bir öğretmene oranla renkli sayılabilecek giyim tarzlarından ve eğitime görünür hiçbir yenilik getirmemiş olmalarına rağmen arada sırada öğrencilere normal insan muamelesi yaptıkları için kendilerini nimetten saymalarından üniversite yıllarında rock müzik dinledikleri ya da en azından dinleyenlere özendikleri belliydi zaten.
Benim yoz ( U2'yu bilmeyerek yozlaşmak da yüzyılımızın bizlere bir armağanıdır ) liseli, onların da kültürlü modern ve batılı öğretmen rollerini sahiplenirkenki memnuniyetimiz de değildi yalnızca, - zaten yoz liseli olmak için fazla paspal ve gözlüklüydüm -, ama gözümün önünde iki insanın, biri önceden ayarlamış gibi tam tahmin ettiğim şekilde hareket etmesinde hem içimi sıkan, hem de huzur veren bir şey vardı.
Falcının tüm geleceğini anlattığı bir adam gibi, beklentisiz ve meraksız bırakıyordu durum beni, kendimi çok akıllı falan hissettiğim de yoktu, benzer bir durumda benzer bir tepki vermeyecek değildim yani, sadece sıkıcı buluyordum, abartılı ve beklenmedik tepkiler verip bunun dışında hissetmeye falan çalışıyordum, lisedeydim.
Bize '' bence dünyada iki tür müzik vardır, klasik müzik ve rock'n roll '' demiş, üsküdar'da, önündeki Atatürk heykelinin çevresi manasızca banyo fayansı kaplanmış, bir alt sokağında bir milyoncuların bulunduğu, tuvaletlerinde '' aşkımsın jale '' benzeri yazıların yazılı olduğu okulumuzda bu cümleyi de kurabilmiş Funda öğretmenimiz şu an ne yapıyordur merak ediyorum.
belki işten eve döndükten sonra salonunda kitap okurken kahve içmiş, bu sırada klasik müzik yahut rock'n roll dinlemiş ve şimdi uyuyordur, ancak kendisine kötü haberlerim var, birazdan ezan okunacak.
dünyanın, bizim elimizde olmayan olaylarla gelip kendi kurduğumuz geri zekalılıkları darma duman etmesine bayılıyorum. korkusuz erkeklerin araba kornasıyla zıplamasından, kırılgan kızların aniden çirkefleşivermesinden, rock'n roll dan ciddiyetle söz edebilen lise öğretmenimin sınıfındaki çamurlu cat botlardan, bol biralı ve votkalı parti fotoğraflarındaki eski ve pis çoraplı ayaklardan, kaktüste oturup edebiyat konuşan sakallı adamların hiçbirinin hesabı ödemek istememesinden ve bunun belli olduğunu da yine hiçbirinin kabul etmek istememesinden falan, gerçekten çok hoşlanıyorum.
şimdi, kahve bardağında söndürülmüş sigaralar, yerlerde küller, battaniyenin üstünde uyuklayan kedi, yanımda kocaman kitaplık ve o kitaplığın üstünde yarı yarıya sökülmüş koska helvaları yapıştırmasıyla veda ediyorum dostlarım, punk is not dead, esen kalın.

22 Ocak 2011 Cumartesi

sami




21 Ocak 2011 Cuma

Enfiye/Müzik kutusu

Ben her gün çamlıca'dan yuvarlanıp üsküdar'a indiğim realitesiyle birlikte ele aldığım için mi meseleyi bilmem; bir insanın denge profilinin boğaz suyuna ulaşmayla ilgili olduğuna inanıyorum. Şehrin kilometrelerce dışındaki o yüksek apartmanlarda oturan insanların nasıl yaşadıklarını merak ediyorum. bu yüzden. Ne yapıyorlar acaba? ben olsam sürekli yemek falan yerdim, yoksa insanı ataşehir gibi bir yerde ne mutlu edebilir? Bazen bu gibi yerlerle, izmir'i kıyas edip tefekküre dalıyorum resmen. ancak istanbul il sınırları dahilinde olan bir lokasyon, olmayana göre en kötü ihtimalle ehven-i şerdir her zaman.

 'Ben kimsenin mali değilim, hürremim ben' diye bağıran nefsimin coşkunluğuna, itikadi istinatlarda bulunmazsam; nefsime zulmetmiş olacağımı pek iyi biliyorum. ece'nin bana verdiği yahya bey divanının cildi, gözümün önünde; vecdimin önüne çekmek istediğim sete dair fikirlere binaen 'once you pop, you can't stop' diyor bununla beraber. Boğaz o kadar tatlı ki.. herhangi bir sebepten dolayı ondan uzak kalmanın ne iyi bir tarafı ne de iyi bir bahanesi olabilir falan. 

20 Ocak 2011 Perşembe

kendi gök kubbemiz

bugün Sami ile eminönündeydik, yahya kemal müzesini gezdik ve çorlulu ali paşa medresesinde çay içtik. hayalini kurduğumdan bile daha mutluyum ben, nasıl oluyor bilmiyorum. anneme bunu söyledim ve sanırım ilk defa anlar gibi oldu ne hissettiğimi. ona yalvarmak istedim, benim için dua et, her şey hep böyle kalsın diye. yapamadım fakat. böyle.

18 Ocak 2011 Salı

Yükseltin tavan kirişini Veya 15B'nin gittiği yer

İstanbul'da iki gündür aynı gün batımı var. Yollar aynı, örümcek kafalılığımın seviyesi lise hazırlıktan beri aynı, Mihrimah sultan aynı, Mado tarafına doğru açılan bahçe kapısına yakın olan duvarındaki güneş saati aynı... İzmir'e dönmeyi zerre kadar istemiyorum. Çok sonraları, yazdıklarım bana okunduğu zaman hissettiklerim;  yazmak zorunda olmadığım zamanlardaki 'ne yazsam' çocukluğu kadar heyecanlı.  Küçücük dünyamın, havf ve ümit dengesinde durması o kadar güzel ki...

Dünyanın uzanınca eli parçalayan dikenleri olan meyveleri bulunan büyük bahçeleri, akşamları çaydanlığı kaynayan dar mutfaklı küçük sessiz hanelerine müreccah değil.

16 Ocak 2011 Pazar

eller kadir kıymet bilmiyor anne

merhaba.
İstanbula dün geldim. İnsan uzun bir zaman sonra ailesinin yanına gelince sıcak bir ev ( gerçek anlamıyla ) beklentisine giriyor. fakat evimiz buz gibi. bir de galiba bende kansızlık var, çünkü sürekli üşüyorum ve 70 yaş hızıyla merdiven çıkıyorum. ama yine de ev daha sıcak olabilirdi. bunu dün babama duygu sömürüsüyle karışık bir öfkeyle açıkladım ve kaloriferleri biraz daha yaktı. ama duygusal konuşmaların etkisi yarım gün bile sürmüyor bizim evde, yine palto ve bereyle oturuyorum şimdi.

evde hiçbir şey değişmemiş, yalnız ben olmayınca tost ekmeğinden komşu fırın ekmeğine, kahveden de çaya geçiş yapmışlar, onları da dün temin ettim. bloglara ne yazılır senelerdir öğrenemediğim halde inatla devam ediyorum. moda blogum olsaydı keşke ama modaya olan ilgimi kendi evime çıkınca tamamen yitirdim heralde, peynir alacak param yok zira.
izmire geri dönünce işe girip evime parke yaptıracağım, böylece daha az üşümeyi umuyorum dostlarım.

evimi çok seviyorum, küçük ve sevimli falan da olmamasına rağmen. sevimli olması için çabalamak istiyorum ama ikea çok uzak, zaten param yok. ( buradan devlete sesleniyorum. )

babamın mutfaktan sesi geliyor şimdi, amcama evlenmediği için aptal diyor, çünkü dedem tadı çok kötü olan bir çorba yapmış. o eve bir kadın lazım diyor, daha neyi bekliyor diyor. dedem hep ağlıyormuş, babaannemi özleyip.
benim hayatım öyle olmasın istiyorum, ama öyle ile neyi kastettiğimi de bilmiyorum tam. en sevdiklerimi kaybetip yalnız kalacaksam biri bana baştan söylesin isterim.
ama hayat çok güzel yani, anadolu yakası çok eski, sanki insanlar başka, evler, köşkler, yalılar başka şey düşünüyormuş gibi. halide edip ya da reşat nuri romanları gibi.
ne olacak. hayat çok güzelken de çok korkuyor insan.