23 Aralık 2013 Pazartesi

şimdi bir kanal gördüm. avrupada' ki kanallar gibi değil elbette, çirkin, pis, içinde çöplerin yüzdüğü bir tane. hava soğuktu, bir yeşil kıyafetli adam da kanaldaki suları elindeki paspasla temizlemeye uğraşıyordu, olmayacak bir iş.
adama çok üzüldüm, yaptığı işi kendi de saçma buluyor olmalıydı, ama belediyede görevliydi, ayakları üşüyor olmalıydı suların içinde ve bir yere varamayacağını ben bile görebiliyordum, köprünün üzerinden bakarken. fakat çok güzel görünüyordu, görüntünün güzelliğini nasıl anlatsam bilemiyorum, çöplerin yüzdüğü bir kanalın yanında dış cephesi boyanan bir apartman vardı, apartmanın ilk katının balkonunda çok yaşlı bir kadın havlıyor ve el çırpıyordu, hava gri ama temiz, yoldan arabalar geçiyor ve adam fosforlu yeşillerle kanalın içinde çok yalnız ve anlamsız duruyordu, şehirleşmeyi becerememiş , hayatı anlayamamış olmanın ve manasızlığın görüntüsü gibiydi benim için.
fosforlu renkler hep belediye çalışanları için , görmek istemediğimiz insanları görünür kılmak için biraz fosfor. otoban ortası çiçeklerine, kırık kaldırım taşlarına ve tekrar tekrar asfalt dökülen yollara, sökülen arnavut kaldırımlarına biraz.
fotoğrafını çekeyim diye düşününce, kendi kendime görmezlikten gelişime kızdığımdan daha çok kızmaya başladım. benim için güzel bir görüntü olarak var olan insanın bir hayatı, işi, gücü, sıkıntılı bir evi, üşüyen ayak parmakları ve bütün diğer vicdani klişeler.
iklimler filminde, ana karakterin  kars'ta fotoğraf çekmek için model olarak kullandığı gencin '' abi benim hiç fotoğrafım yok, adresimi yazsam bunu bana yollar mısın ? '' sorusuna yollarım deyip, adresi buruşturup atışı geldi aklıma. o fotoğrafı göndermemesine, başka bir çok şeye üzülürken belli belirsiz anımsayarak, hala üzülüyorum. göndermiş olsaydı da sevmeyecektim ama onu, çünkü göndermiş olmanın da çirkin bir üstünlüğü var, bu işin pek yolu yok. ben elime bir paspas alıp o adama o anlamsız işi yaparken yardım etsem de sevmeyeceğim kendimi, etmesem de. dünyayı vicdan üstüne kurmadıkça içim rahat etmeyecek, ama üstüne kurulduğu vicdanın sahiplerinin üstünlüğünü de sevmeyeceğim. '' Haydi yolları hep beraber yapalım, çiçekleri hep beraber dikelim, çünkü çiçekleri biz de seviyoruz, yollardan biz de geçiyoruz '' diyen dillerin yalancılığını, o fiziksel çalışma yorgunluğunun gönül rahatlığını, '' eşitmiş gibi '' davranıyor olmanın vicdan rahatlığını sevmeyeceğim, fosforlardan ve pis kanallardan daha gerçek değil ki.

13 Aralık 2013 Cuma

bu hafta

bu hafta şu an tam hatırlayamadığım bir günden  itibaren çok az param vardı. bu yüzden üç paket makarna ve üç paket makarna sosu almaya karar verdim, böylece en az altı gün boyunca yemeğe para harcamam gerekmeyecekti.
mantarlı, peynirli ve fesleğenli makarna soslarını aldım. tanesi iki buçuk liraydı, üç paket makarna da üç üç yüz.
mantarlı makarna sosu gerçek anlamda bir felaketti. makarnayı neredeyse hiç yiyemedim. bir işe yaramasını istediğim için ocaktan aldığım tencereyi getirip ayaklarımın üstüne koydum, ayaklarımı ısıtmak için makarnadan faydalandım. bu arada Asgar Fahradi'nin Geçmiş filmini ve Roy Andersson'ın İkinci Kattan Şarkılar'ını izledim. İkisi de ayrı ayrı çok güzeldi, ama burada sinema eleştirisi yapacak değilim. İran Film Haftası için Yaşar Üniversitesine gittim. Adı babamın adı olduğu için sempati duyduğum bir üniversite Yaşar Üniversitesi. Çok güzeldi, binalar, kokteyldeki punch ve salatalıklar havuçlar falan. Hiç punch içmemiştim, herhalde İranlılar geliyor diye içki servis etmeyi uygun bulmamışlar. Film haftasındaki filmler uyduruktu, bir tane güzel varmış onu da ben kaçırmışım. İran kültür ataşesi '' İran , islam devrimi sayesinde dünyaya ahlaksızlık yapmadan da film çekilebileceğini gösterdi. '' dedi. böyle söylemesine sinirlendim çünkü durum kesinlikle bu değil. İran'da film çekmek çok zor, hele biraz bile olsa rejimi eleştiren bir film çekmek imkansız neredeyse. Ama oradaki İranlıların çoğu bir çeşit Stepford Wife tribiyle '' aman da özgürlükçü rejimimiz sinemayı nasıl da geliştirdi '' deyip duruyorlardı. Sonra çok sinirli görünümlü bir çocuk kokteylin ortasında bağırarak dedi ki '' İran sineması sadece bu suya sabuna dokunmayan filmler değil, Cafar Panahi çektiği filmler yüzünden senelerce hapis yattı, şimdi de ülke dışına çıkması yasak. '' Sonra bakkal amca tipli kültür ataşesi uzun ve saçma bir cevap verdi, dinlemedim, bir bardak daha punch içtim ve tarifini öğrendim, yapacakmışım gibi.
Neyse, ertesi gün tekrar film haftasına gittim, bu sefer Senaryo Yazım Teknikleri öğretmenim Sabire Hocanın yeğeni Selin de oradaydı. Selin altı dil biliyor, liseyi almanya, fransa ve ispanya'da okumuştu galiba, üniversiteyi de Fransa'da bitirmiş ve şimdi yüksek lisans yapıyor yine orda, ayrıca Fransız ulusal kanalında işe başlayacakmış döndüğünde. Ayrıca çok güzel, kibar, iyi kalpli ve nazik bir kız. Bazı kızlar gerçekten böyle oluyor, yani hayat onlara her şeyi, bütün o düzenli odaları, temiz kıyafet ve pahalı parfüm kokularını, fönlü saçları ve okul hayatındaki inanılmaz başarıları vermiş oluyor ve şımarmıyorlar da. Hayatım düzenli odası ve başarılı bir eğitim hayatı olan kızlara özenmekle geçti, onların kullandığı parfümleri kullanıp giydiklerine benzer şeyler giyersem onlar gibi olabileceğimi düşünürdüm ortaokuldayken. Ama olmadı, olmuyor. Düşününce, sihirli bir değnek olsa ve o kızlardan birinin hayatı, odası , her şeyi tam olarak benim olsa bile, odayı kirletirim, dersleri batırırım ve hayatı berbat ederim muhtemelen. Neyse, Selin bana dedi ki buluşalım, ben Fransa'ya dönmeden takılalım falan filan. Hemen olur dedim ama telefon numaramı istemesin ya da kendininkini vermesin diye dua ettim içimden. Çünkü ne olursa olsun az tanıdığım biriyle görüşmek istemiyorum. Her şey çok gergin oluyor ve o şöyle desem ne düşünür, böyle dediğimde yanlış anlar mı gerginliklerine tahammül edemiyorum. Daha önce nasıl arkadaş edindiğimi hatırlamakta zorlanıyorum, üniversite arkadaşlarım hep etrafta gibiydiler ve her şey kendiliğinden gelişti sanki. Arkadaşlık böyle olmalı bence, arkadaş olalım diye düşünmeden arkadaş olmalıyız yani.
Filmler bitince eve döndüm, ikinci paket makarna sosumla makarna yaptım. Ya da o gün eve dönmemiş miydim, gülcelerde kaldığım gün müydü? şu an tam anımsayamıyorum. ama eve döndüğüm ve makarna yaptığım bir gün oldu, siz buna odaklanın. makarna sosum peynirliydi ve çok güzeldi, pişirirken biraz yedim. Ama tabağı doldururken makarnanın içinde kendi saçımı gördüm, saç çıkan yiyecekler bazen beni çok ama çok tiksindirir, bazen de eğer kendi saçımsa, çıkarır ve saçın olduğu kısmı çöpe atar ve yiyebilirim. ama o gün çok ama çok tiksindiğim bir ana denk geldi ve bütün makarnayı çöpe atmak zorunda kaldım. üstüne de bir bardak soğuk su içtim, açlığım geçsin diye. Bridget jones'un günlüğünü izlemeye karar verdim, evde uzun süre kaldığımda romantik komedi izleyerek her şeyi düzeltebileceğimi düşünmeye başlarım. Bridget jones filmde çok yemek yediği için bisküvi ve çikolata almaya bakkala gittim, giderken yanıma anahtar olarak Amerika'dayken kaldığım hosteldeki dolabımın anahtarlarını almışım, iki sene öncesinin yazından bahsediyorum burada. Yaptığım salaklığa fazla üzülmedim, çünkü bakkalımla aram çok iyi ve ona anahtar bırakmıştım. Çikolataları alınca eve gelip Bridget Jones izledim. üstümde teyzemin aldığı ayıcıklı polar pijamalarım vardı ve kareli battaniyenin altında romantik komedi izlerken çikolata yiyordum. iğrenç bir klişeyim diye düşündüm ama bunu fazla takmadım. Bridget Jones bitip hayatımı değiştirmeyince bir romantik komedi daha izlemeye karar verdim, daha önce bir yerlerden duyduğum Forgetting Sarah Marshall'ı izlemeye başladım. Sarah Marshall'ı oynayan kadını çirkin buldum, ama Mina Kulis çok güzeldi.
film saçmaydı elbette ama beni düşündürdü. her şeyi unutup durduğumu ve bunun iyi olamayacağını düşündüm. ama bir şeyi hatırlamak da o kadar iyi değildi. anın içinde olmanın güzel olduğuna karar verdim, ama şu an içinde olduğum anları ilerde unutsam da çok bir anlamı olmaz gibi görünüyor. ne depresifim, ne aşırı mutluyum ne de inanılmaz eğlenceli şeylerle uğraşıyorum. gene de genel olarak bir yerden ya da bir zaman diliminden uzaklaştığımda aklımda belli kokuların, belli bir atmosferin kalmasını ve onu özlemle anmayı seviyorum. bu yazıyı bu yüzden yazdım, makarnaları ve polar pijamaları o bir gün okurken yediklerim ve giydiklerimle özleyebilmek için.
şimdi fesleğenli makarna sosumla Nehir Ece'nin evine gideceğim. son denememde başarıya ulaşacağımı ümit ediyorum.