23 Kasım 2013 Cumartesi

the misfits

Burcunun evinde sigara içmek için dışarı çıkmak gerekiyor. Sigara içerken balkondan gördüğüm  Kumrucumm isimli dükkan çok geç bir saate kadar açık. Çok geç saate kadar açık yerleri severim, çünkü sabahki neşelerini özellikle kış gecelerinde bıçakla kesilmiş gibi yitirmeleri çok ilginç geliyor. Sabah normal bir dükkanken gece alkolik müdavimler, mavi ışıklar falan derken az müşterili ve çirkin şarkıcılı pavyonlara dönüşüyor böyle yerler.
Neyse, geç saate kadar açık Kumrucumm'u biraz seviyorum. Biraz çünkü adının sadece Kumrucum olmaması beni iğreti ediyor. Kumruya karşı aşırı sahiplenici anaç bir tavır sergilenmiş gibi hissediyorum, gerçi kumru sevmem. 
İşte sigara içerken bunları ve cam fanustaki balığın aylardır neden ters yüzdüğünü ve ölen balığına elektroşok ( bir pil ve kablolar vasıtasıyla ) uygulayan eski bir patronumu düşünüyordum. Sonra aniden altı yedi tane at gördüm. Gerçekten. Dağdan inen atlar çöp tenekesinin yanındaki çimenlere gelmiş otlanıyorlardı. 
Bütün o küçük şehir normalliğinin, mahalle marketinin, balkonlarda çamaşırların ve sessizliğin içinde atlar geziniyordu, faltaşı gibi açılma imkanı olsa allahın düğme gözü gözlerimin açılacağı nokta burasıydı.
Yarım saate yakın buz gibi taşa oturup atları izledim. Bir yandan da fotoğraf makinem olsaydı diye düşünüyordum, ama fotoğrafın anlatabileceği hiçbir şey yok esasen ortada, fotoğraf gece çimlerdeki atları çekecek, benim gördüğüm bomboş otoyolun, çöp tenekelerinin, tekleyen sokak lambaların ve bütün o temiz ev hanımlarının normalliğini kıran atlar.
Sonra uyudum ve gece rüyamda atları gördüm. Aşağı inmişim, atların yanına gitmişim ama beni kovalamışlar, '' at gibi koşmak '' diye düşündüm rüyamda, at gibi koşamayacağıma kani olduğum sırada da apartman kapısına geldim, kapı bir sokak kedisinin içeri girmesiyle açıldı, ben de atlardan kaçmış oldum. Sabah Burcu'ya anlattım rüyamı, ne kadar korktuğumu. Dedi ki asıl atlar insanlardan korkuyorlarmış, yanlarına yaklaşır yaklaşmaz kaçıveriyorlarmış. Koskoca atın benden korkması beni çok üzdü. At gözüme Fareler ve İnsanlar'ın Lenny'si gibi göründü, ben de anlamadan yargılayan zalim dünya. Atlara da, Lenny'e de bir şey yapmışlığım olmadığına ve başkalarının yaptıklarını geri alamayacağıma göre, dedim ki kendi kendime, gerçekten zalim bir dünya be. 
Güzel, kocaman bir atın bile yanına ürkütmeden yaklaşamıyorsam, hayvanların kitlesel hafızasında hiç yapmadıklarım yüzünden canavarlaşmışsam ve geri almanın da imkanı yoksa yani. Hakikaten zalim bir dünya. Değil mi?

4 Kasım 2013 Pazartesi

hunger games

bugün beckett, baudrillard ve biraz da grinin elli tonu okudum. grinin elli tonunun yazarını bilmiyorum, ama en çok onu okudum. yine de en çok beckett okumuş sayılırım, nitelik üzerinden nicelik değerlendirilecekse, bence.
beckett gerçek hayatta tanıma hayali kurduğum tek yazar oldu. görsem ve bütün övgü sözcükleri anlamsızlaşmış olsa ona derim ki '' naber lan manyakoğlumanyak ''. onun hakkındaki fikrim özetle bu çünkü, ama özetlemezsek aşk şiiri bile yazabilirim.
hayatımda hiç şiir yazmadım. hayır. küçükken yazmıştım. ama küçükken olanlar sayılmayacağına göre yazmadım. birisi şiir yazıyorum derse onu salak bulurum, otomatik olarak. şiiri sevmediğimden değil, genel bir salaklık ön yargım olduğundan.
ön yargı demişken, bugün facebook mesajlarımın en başına gittim. birine demişim ki, hiç tanımadığım ve bana mesaj atan birine '' ukalalık yapılacaksa ben yaparım ''. ben böyle konuşmayı amerikan filmlerinden mi öğrendim diye kendime sordum okuyunca. hakikaten de ordan öğrendim ve komik bir şey bu.
o kadar çok, o kadar çok film izledim ki. ama herkes iran sineması dedikçe, ben hala rus edebiyatı diyorum içimden. '' içimdeki rus edebiyatı aşkı bambaşka, dmitri karamazovunla gruşenkanla çook yaşa '' diye şarkı yazdım şu an. spontane şarkı yazma hususunda başarılıyımdır, bence.
spontane deyince aklıma, gülce ile gittiğimiz bir doğaçlama tiyatro oyunu geldi. tiyatrodan gerçekten nefret ederim. çocukken annemle çok tiyatroya giderdik, bir defasında bir oyunda herkese capri - sun ve çikolata dağıtacaklarını söylemişlerdi ama dağıtmamışlardı. annem bu yüzden nefret ettiğimi düşünüyor, olabilir.
neyse, gülceyle doğaçlama tiyatro oyununa gitmek zorunda kalmıştık, çünkü işte bir yardım çalışmasının grubuydu ve herkes gidiyordu falan. oyun o kadar kötü, o kadar kötüydü ki, bir süre sonra sinirden gülmeye başladık. ama bizim sinirden gülüşlerimiz diğerlerinin eğlenme gülüşlerinden daha yüksek sesliydi, zira gerçekten yüksek sesle gülen iki insanız. bizim sinirden gülmelerimiz oyuncuların hoşuna gidince, dedik ki bari gülelim. ve gülünmesi planlanmış her şeye aşırı gülmeye başladık, belki biz o kadar güldük diye diğer insanlar da daha fazla güldü, bilemiyorum.
şimdi bu yaptığımı utanarak anımsıyorum, çünkü böyle konularda katı ahlaki kurallarım vardır. an itibariyle bunun neden kötü olduğunu açıklamayı üç kere deneyip sildim. ya açıklanamayacak bir şey ya da şu an kafam pek çalışmıyor. neyse kötüydü ve ben de kötü bir insanım, yani herkes kadar kötü bir insanım ama, sanki benim kötülüğüm en ufak bir aralık bulduğu anda patlak vermeye diğer insanlarınkinden daha meyyal.
şu an neden kötü olduğunun açıklamasını buldum, çünkü o gülüş kendi aklına aşırı güvenmenin ve başkalarını aşağılıyor olmanın keyfinin gülüşüydü. ve işte benim kötülüğümün patlak verdiği yerler de hep bu aşırı güvenmeler ve keyifli aşağılamalar oluyor zaten.
istenmemiş bir şekilde bana şeytanın avukatını anımsatan şu yazımı bitireyim, ev halime geri döneyim. önümde bisküvi paketleri ve sallama çaylar duruyor şimdi. blog sekmesinin altında da behzat'ın sekseninci bölümü.
bisküvilerin varlığını hatırlayana kadar çok aç ve çaresiz bir gün geçirdim, çünkü evden çıkmayı gerçekten ama gerçekten hiç istemiyorum. ama bisküvileri bulup yemek yiyince özgüvenim yerine geldi ve bakkala gittim. demek ki yazının ana fikri aç olmak iyi değil. aç ayı oynamaz yazmıştım ama bunun çağrıştırdığı hayvan hakkı ihlalleri beni üzüyor.