4 Kasım 2013 Pazartesi

hunger games

bugün beckett, baudrillard ve biraz da grinin elli tonu okudum. grinin elli tonunun yazarını bilmiyorum, ama en çok onu okudum. yine de en çok beckett okumuş sayılırım, nitelik üzerinden nicelik değerlendirilecekse, bence.
beckett gerçek hayatta tanıma hayali kurduğum tek yazar oldu. görsem ve bütün övgü sözcükleri anlamsızlaşmış olsa ona derim ki '' naber lan manyakoğlumanyak ''. onun hakkındaki fikrim özetle bu çünkü, ama özetlemezsek aşk şiiri bile yazabilirim.
hayatımda hiç şiir yazmadım. hayır. küçükken yazmıştım. ama küçükken olanlar sayılmayacağına göre yazmadım. birisi şiir yazıyorum derse onu salak bulurum, otomatik olarak. şiiri sevmediğimden değil, genel bir salaklık ön yargım olduğundan.
ön yargı demişken, bugün facebook mesajlarımın en başına gittim. birine demişim ki, hiç tanımadığım ve bana mesaj atan birine '' ukalalık yapılacaksa ben yaparım ''. ben böyle konuşmayı amerikan filmlerinden mi öğrendim diye kendime sordum okuyunca. hakikaten de ordan öğrendim ve komik bir şey bu.
o kadar çok, o kadar çok film izledim ki. ama herkes iran sineması dedikçe, ben hala rus edebiyatı diyorum içimden. '' içimdeki rus edebiyatı aşkı bambaşka, dmitri karamazovunla gruşenkanla çook yaşa '' diye şarkı yazdım şu an. spontane şarkı yazma hususunda başarılıyımdır, bence.
spontane deyince aklıma, gülce ile gittiğimiz bir doğaçlama tiyatro oyunu geldi. tiyatrodan gerçekten nefret ederim. çocukken annemle çok tiyatroya giderdik, bir defasında bir oyunda herkese capri - sun ve çikolata dağıtacaklarını söylemişlerdi ama dağıtmamışlardı. annem bu yüzden nefret ettiğimi düşünüyor, olabilir.
neyse, gülceyle doğaçlama tiyatro oyununa gitmek zorunda kalmıştık, çünkü işte bir yardım çalışmasının grubuydu ve herkes gidiyordu falan. oyun o kadar kötü, o kadar kötüydü ki, bir süre sonra sinirden gülmeye başladık. ama bizim sinirden gülüşlerimiz diğerlerinin eğlenme gülüşlerinden daha yüksek sesliydi, zira gerçekten yüksek sesle gülen iki insanız. bizim sinirden gülmelerimiz oyuncuların hoşuna gidince, dedik ki bari gülelim. ve gülünmesi planlanmış her şeye aşırı gülmeye başladık, belki biz o kadar güldük diye diğer insanlar da daha fazla güldü, bilemiyorum.
şimdi bu yaptığımı utanarak anımsıyorum, çünkü böyle konularda katı ahlaki kurallarım vardır. an itibariyle bunun neden kötü olduğunu açıklamayı üç kere deneyip sildim. ya açıklanamayacak bir şey ya da şu an kafam pek çalışmıyor. neyse kötüydü ve ben de kötü bir insanım, yani herkes kadar kötü bir insanım ama, sanki benim kötülüğüm en ufak bir aralık bulduğu anda patlak vermeye diğer insanlarınkinden daha meyyal.
şu an neden kötü olduğunun açıklamasını buldum, çünkü o gülüş kendi aklına aşırı güvenmenin ve başkalarını aşağılıyor olmanın keyfinin gülüşüydü. ve işte benim kötülüğümün patlak verdiği yerler de hep bu aşırı güvenmeler ve keyifli aşağılamalar oluyor zaten.
istenmemiş bir şekilde bana şeytanın avukatını anımsatan şu yazımı bitireyim, ev halime geri döneyim. önümde bisküvi paketleri ve sallama çaylar duruyor şimdi. blog sekmesinin altında da behzat'ın sekseninci bölümü.
bisküvilerin varlığını hatırlayana kadar çok aç ve çaresiz bir gün geçirdim, çünkü evden çıkmayı gerçekten ama gerçekten hiç istemiyorum. ama bisküvileri bulup yemek yiyince özgüvenim yerine geldi ve bakkala gittim. demek ki yazının ana fikri aç olmak iyi değil. aç ayı oynamaz yazmıştım ama bunun çağrıştırdığı hayvan hakkı ihlalleri beni üzüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder