3 Aralık 2011 Cumartesi

şu anda ders çalışmamak için doğan cüceloğlu okuyabilecek konumdayım merhaba. aldığım oda parfümlü mum gerçekten kokuyor mu diye belki bin defa camdan dışarıyı koklayıp sonra içeriyi kokladım. kokuyor galiba bilmiyorum. aspiratörün üstünü, çöp kutusunun içini ve kedinin kum kabını sildim, kumu değiştirdim, buzdolabını temizledim, kendi fotoğrafımı zombiye çeviren bir programla zombi oldum (sonucu paylaşmak istemiyorum )
annemi aradım, blogumda adsız komentlere izin verdim, annemin çocukluk arkadaşının bana facebooktan attığı mesaja cevap yazdım ve adamın ankara siyasal'a gitmiş olmasını ilginç bularak profilinde yıllarımı geçirdim. kuş fotoğrafı çekmiş hep. ya da bir yerlerden bulup koymuş bilemiyorum.
bu yazıyı yazmamak için bayağı direndim aslında, çünkü ders çalışmama arzusunun büyüklüğünden bahseden milyonlar var ve onlarla hiç ilgilenmiyorum ama derdim söylenmediğinde beni öldürecek boyutlara geldi. 720 sayfa okumam gerektiğine göre sinema okumak ile hukuk okumak arasında hiçbir fark olmadığını savunabilirim. tabi hukuk okuyanların gerçekten bir boktan anladıklarını zannedip herkesi sıkmaları haricinde. gerçi sinema okuyanlar da bunu yapıyor yahu. hatta sinema okuyanlar sadece bunu yapıyorlar galiba.
markette bulabildiğim tek kazandibi light olduğu için günlük kazandibi yeme mutluluğum da gölgelendi. kazandibi kadar güzel bir şey yok ama. bence bu değerimizi dünya pazarında sergilemeliyiz. ama sadece bunu yani. sevgiler.

27 Kasım 2011 Pazar

Hızır ( a. s. ) ile benim aramdaki, farklar.

duyduğuma göre Hızır ( a. s. ) çok sabırlı biriymiş, Musa peygamber değilmiş. Musa, Hızır'ın yaptığı göze yanlış görünen şeyleri hep sorgulamış, vaktinin gelip de yanlışların aslında doğru olduğunun ortaya çıkmasını bekleyememiş. '' ne yaptın ? '' demiş, '' neden yaptın ? '' , '' niye yaptın ? ''
Hızır, Hızırlırlığından sebep, sorulara hiç sinirlenmemiş, hep gülümsemiş, '' bekle '' demiş, '' bekle, anlayacaksın '' . Ama Musa bekleyeyim diye kendine verdiği onca söze rağmen, onca Allah inancına, itaatkarlığına rağmen bekleyememiş; hep merak etmiş, hep karşı çıkmış.
En sonunda onun sorularından illallah eden Hızır yanından kaybolup gidiverdiğinde, Musa gerçekleri anlamanın ve Hızır'ı yitirmenin vicdan azabıyla kalakalmış.
konumuz sabır olsun, ben Musa olayım. konumuz sabır, ben Musa, Musa kadın cinsinin tamamı olsun; ben hiç bekleyemeyeyim - çünkü ben beklemeyi de, sabretmeyi de bilmem, beceremem - ve Hızır elbette, sabrı, sessizliği ve bilgeliği ile erkek cinsi olsun - çünkü kadın merakına ve sabırsızlığına maruz kalan hep bu cinstir, ne acı - ve bu kadın cinsi, bu erkek cinsine hep soru sorsun, anlayamadığından, merakından ve korkusundan, öfkesinden. erkek hep sabretsin, gülümsesin ve gülümsemenin, sabrın erkek tarafında, güçlü tarafında, içi rahat, doğru bildiğinden emin, kendine inancı tam olsun.
kadın sordukça ve cevap alamadıkça, eninde sonunda anlaşılacağından emin erkek, yakın ya da uzak bir gelecekte ona yapılan bu haksız sorgulamalardan duyulacak pişmanlığı hayal etsin, rahatlayacağını bilsin. aptal kadın ise bunu düşünemesin, kendi öfkesi ve anlayamadıkları hariç hiçbir şeyi düşünemesin, uykunun ortasında rahatsız edici bir sinek vızıltısı gibi sürekli sorsun, yanıt istesin, sinir bozsun, kavga çıkartsın.
konu sabır olsun. konu sabır olduğunda ben hep ama hep Musa olayım, çünkü susmayı hiç bilemeyeyim, hatta ben Musa'ya hak vereyim, Hızır ağzını açıp da iki çift laf etse ne çıkardı diyeyim. ben bir şeyi söylememenin söylemekten neden yeğ olacağını hiç anlayamayayım, ne olursa olsun duymak isteyeyim. ben Musa'nın genç kalbi olayım, duyduğu, gördüğü kadarını bilen ve yalnız bunlara inanan kalp olayım, Hızır, her şeyi görüp geçirmişliği ile susarak, sabrederek, kendi vicdanına inanarak ve heyecanıma gülümseyerek bana yol göstermek istesin, ben yolu göremeyeyim, merak ve öfkeden, kendi bildiklerime inancımdan gözlerim körleşmiş olsun, ben burnumun dikine gideyim, sabrın, itaatin ve inancın yolu bana görünmez kılınsın. ben bu yolda yalnız kaldığımı, Hızır'ın da, sabırlı ve üstün gülümseyişinin de yanımda olmadığını fark ettiğimde artık çok geç olsun, Musa peygamber gibi, etrafıma bakınıp da onu göremeyince gerçeği anlayayım, acımdan ve pişmanlığımdan, iki denizin birleştiği yerde, kayalara kapanayım, hüngür hüngür ağlayayım.
ama lütfen, Hızır da beni bırakıp gittiği yerde, sabrı ve sonsuz gülümseyişiyle yalnız olsun, yapayalnız.

9 Kasım 2011 Çarşamba

kimseyi kandırmak istemem

kedileri dışarı attık. balkon kapısının önünde miyavladıkları zaman vicdanımın sesini değil de evin her yerini tuvalet olarak kullanmalarının sonucu olan iğrenç kokuları duyayım istiyorum. ama olmuyor. insanlar bazen doğru ve iyi olan şeyleri yaparlar. bazen de buralarına kadar gelir ve yanlış ve kötü olan şeyi yaparlar. ama kimse onları suçlamaz çünkü sebepleri vardır. yanlış ve kötü olan şeyi yapmakta problem yaşamamakla beraber o sebepleri kendi açımdan inandırıcı kılmakta zorlanıyorum. bu da yanlış ve kötü olan şeyi yapma işinden vazgeçmeme yol açıyor. böylece kendi hayatımı zorlaştırmış oluyorum. kendi hayatım zorlaşınca acaba daha mı iyi oluyor. buna kim karar verecek, allah mı karar verecek. buna allah karar versin istemiyorum, ben bunu bileyim istiyorum.
kedileri eve alsak ve kediler soğukta üşümese, başka kediler üşüyecek ve kürtler anadilde eğitim alabiliyorken türkiyede yaşayan birkaç bin çinli alamayacak o zaman o çinlilere yazık olacak, onlar da gidip kendi ülkelerinde mi eğitim alsınlar ve kediler de gidip ölsünler mi acaba. ama çinlilerin ülkesi çok kalabalıkmış ve kediler de ölmek istemiyorlarmış. bir de ben kendi dilimde eğitim alıp üşümezken bu çok ayıp olacak. ne olacak .

29 Ekim 2011 Cumartesi

the apple doesn't fall far from the tree.


komşular galiba kavga ediyorlar. kavga eden insanları dinlemeyi veya seyretmeyi hiçbir zaman sevemedim. seyreden veya dinleyenlerin, suya sabuna dokunmadan belli bir adrenalin seviyesine ulaşabildikleri için bunu yapmaktan keyif aldıklarını düşünüyorum, ama benim için böyle olmuyor, korkuyla karışık bir uzaklaşma isteği hasıl oluyor daha çok.
bankaların devlet daireleri gibi sinir bozucu ve kasvetli yerler oldukları eski zamanlardan birinde ( gerçi hala öyleler herhalde, ama bunu saklamaya çalışıyorlar şimdi ) babamla Türkiye İş Bankası'na gitmiştik. babamın bir işi vardı ve çok uzun bir kuyrukta o sıkılarak, ben de çocukluğun verdiği merakla herkese ver her şeye uzun uzun bakarak, bekliyorduk. sonra, sanıyorum ki bankanın kapanış saati geldi ve kapıdaki görevli insanları dışarı çıkarmaya başladı, gergin bir ortam oluştu, insanlar bugün halledilmesi gereken işleri olduğu için gitmek istemiyorlardı, saatlerce sıra beklemişlerdi ve ertesi gün aynı şeyi yine yaşamamak için bağırıp çağırıyorlardı vesaire. biz dışarı çıkmak üzereyken kapıdaki görevli yaşlı bir adamı bankadan çıkması için sertçe itti, babam da adamın yakasına yapıştı ve ona bağırdı, ne söylediğini hatırlayamamakla beraber çok korktum, adamın babamı öldüreceğini ve yalnız kalacağımı, eve dönemeyeceğimi düşündüm ve bunun gibi başka şeyleri. oysa adam babam ona bağırınca özür diledi ve '' kusura bakma abi '' tavrıyla geri çekildi.
bu, ailemdeki birinin dış dünyadan biriyle çatıştığına ilk şahit oluşumdu, babamla ve o yaşlı adamı savunuşuyla gurur duymamıştım, bunların küçük kızların babalarını kahramanlaştırıp gurur duymaları gereken hareketler olduğunun bilincine varamayacak kadar küçüktüm, babamı kaybetme ve dolayısıyla kaybolma korkularıyla başa çıkmaya çalışıyordum sadece.
bu olaydan sonra, çocukluğumun büyük bir kısmı boyunca İş Bankasından nefret ettim, olayla temelde bir ilgisi olmamasına rağmen nerede bir İş Bankası görsem içim sıkılıyordu ve uzaklaşmak istiyordum. Evin dışındaki dünyanın karşıma çıkardığı böyle tatsızlıkların insandaki etkilerini, biraz cinsel tacizin etkilerine benzetiyorum esasen, o gün bankadan eve dönerken ilk defa '' hiç evden çıkmasak '' diye düşündüğümü hatırlıyorum çünkü ve orta okulda tacize uğradığımda da aynı panikle evden çıkmamak için deliler gibi ağlamıştım.
böyle durumlarla nasıl başa çıkılacağına dair tutumu, ailemizi taklit ederek geliştiriyoruz herhalde, babam o gün o adama bağırmamış olsaydı, ben ortaokulda muhtemelen evden çıkamayacaktım ve bu da - en azından bir süreliğine - ailem için anlaşılabilir bir şey olacaktı. ama annem de babam da beni okula neredeyse zorla gönderdiler ve doğru şeyi yapıp yapmadıklarını bilmemekle beraber, o gün dışarı çıkabilmiş olduğum için memnunum şimdi.
tek başıma eve çıkıp evde vakit geçirmeyi biraz fazlaca sevmeye başladığım günlerden birinde, aklıma bu taciz hikayesi geldi, çünkü komşudan ödünç aldığım çekici geri vermek istemiyordum. bu kadar basit bir şeyi yapmaktan bir hafta boyunca kaçmış olmak gerçekten tuhaftı, kendimi asosyallik ve pek çok '' hayattan korkma '' zırvalığıyla suçladım uzun süre.
ama olay hakikaten de yalnızca gidip zili çalmak değildi sanki, evimin bu kadar yakınında tanımadığım biriyle konuşmak zorunda olmak, lüzumsuz çok teşekkürler'in olmazsa olmazlığı ( alt tarafı bir çekiç yani ) ve sonra onların da benden bir şey isteyebileceği, kendimi anlamsız kısır + ev poğaçası temalı muhabbetlerin ortasında bulma korkusu vesaire. anladım ki, 13 yıl bir apartmanda oturup kimseyle tanışmamış bir ailenin çocuğu olarak tek sorunum, komşulardan nefret ediyor olmamdı. ve yine anladım ki, bu nefrette sonuna kadar haklıydım çünkü komşular, dışarısı ve ev diye ayırdığım hayatımdaki ayrımı silikleştiren, evi de biraz dışarısı yapan lanet varlıklardır ! ( ünlem için kendisi de başlı başına bir ünlem işareti olan andrey dolgorukiy'e ( delikanlı - dostoyevski ) teşekkür ediyorum ) çat kapı gelebilme özgürlükleri olan, kendi aralarında tuhaf ritüellere ve arkadaşlık kodlarına sahip, evde olmayan bir şeyi sürekli birbirinden isteyip karşılığında bambaşka şeyler veren insanlardı onlar, üstelik sizi yargılıyor ve bunu en az hazırlıklı olduğunuz halinizdeyken - ev hali - yapıyorlardı. komşuluk ilişkisi denilen şey karşılıklı bir tacizden ibaretti, komşular da birbirini taciz etmekten keyif alan tuhaf yaratıklardı.
bir dahaki sefere çekice ihtiyacım olduğunda gidip çekiç almaya kesin olarak karar verdikten sonra, komşunun zilini çaldım. ( ilginç bir sona ulaşmak için değil, bilgi vermek için söylüyorum ) evde yoklardı.

5 Ekim 2011 Çarşamba

ev sahibesi.

şu anda, yeryüzündeki her yer bana kasvetli geliyor, nereye gitmeyi hayal edeceğimi şaşırdım. istanbul'u özlemek, bitmek tükenmek bilmeyen bir dert gibi, zaman zaman gelip içime oturuyor, elimden kayıp giden istanbul vakitleri kalbimi sıkıştırıyor.
kediye üzülüyorum, ondan nefret ediyorum çünkü ve o benden etmiyor. o benden inatla nefret etmedikçe ben de ondan etmemeye çalışıyorum, uysallığı ve sıcaklığı ile yanıma sokulduğunda onu seveyim istiyorum, yerli yersiz miyavlamalarına anlayışla yaklaşayım, ama rol yapmaktan ve tek başıma yaşadığım evde uzun uzun '' özür dilerim kedi '' monologları yapmaktan başka bir şey gelmiyor elimden.
belediye otobüslerinin sıkıntılı kalabalığında hep annemi özlüyorum, birileri kavga ettiğinde burada olsa da haklı olan tarafı savunsa diye içimden geçiriyorum, insanlar birbirine çok sinirleniyor burada ya da belki bana öyle geliyor, bilemiyorum , ama annem gelsin ve benim gösteremediğim cesareti göstersin istiyorum.
kötü bir insan olduğumu düşünüp durmaktan çok yoruluyorum, bunu çok düşündüğüm için belki artık iyi biri olmuşumdur diye umuyorum, ama olmuyorum. kendimi suçlamaktan, sevdiklerimi kendi suçlarım neticesinde kaybedeceğim korkusundan bunalıyorum, bir şeyler değişsin istiyorum, lüzumsuz öfkeler, ani patlamalar ve saldırılar olmasın, özür dilemekten bıkıyorum, kaybetme korkusuyla daha saldırgan oluyorum ve daha saldırgan oldukça daha çok korkuyorum...
evde oturup çok sigara içmekten, geceleri bomboş evde öksürmekten, buzdolabının sesinden, radyodan ve kedinin umutlu bakışlarından bunalıyorum, kediyi öldüreyim, kendim de bir yerlere gideyim istiyorum, ama hayatım tamamen değişse bile ben değişemeyecek oluyorum hep, çünkü gerçekten yapamıyorum, önceden içime konulmuş bir şey mi kalbimin katılığı bilemiyorum, kendi kötülüğümden, acımasızlığımdan, korkaklığımdan kurtulamıyorum, deneyip başarısız oldukça içimden bir şeylere zarar vermek, bir yerleri yakıp yıkmak geliyor, ne yapayım bilemiyorum.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

şimdi, sigara içmek arzusu ve mide bulantısıyla oturduğum bu kanepede, evvel zamanlarda kaç defalar, ne hislerle ve kimlerle oturduğumu düşünmeyi denedim. bir şeyleri anımsamak, zaman geri alınamayacağından sebep, şeylerin kendisinden daha hoş oluyor ya hep, kanepenin götürdüğü yerlerden ben de bir yerlere uzansam istedim fakat böyle şeyler düşünemeyecek kadar uyur gezer bir haldeyim.
küçük oda sigara dumanıyla doldu şimdi, ama herkes uyudu artık ve sigara içmenin de, mutsuz, uykusuz ve yalnız olmanın da kötü karşılanmayacağı gece iklimine girdik, şimdi sıcak ışıklar altında çekilmiş bir fotoğrafa bakarken hissedilenler gibi, insanın hiçbir şey düşünmeden geçirip mutlu olduğu günlerden birini düşünüyorum, güzel günleri düşününce insanın içine dolan o sıcaklık hissiyatını arayarak, ancak mide bulantımı artırmak haricinde bir etkisi olmadı.
chopini anladığımı düşünerek oturmak geliyor elimden sadece...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

knock knock knockin on heavens door


bu fırında makarna benim eserim. tadı görüntüsü kadar kötü değil demek isterdim ama ne yazık ki tadı daha bile kötü olabilir.
yeni bir eve taşınıyorum, deniz manzaralı, parkeli :) ve bayağı güzel bir ev. taşınmayı çok sevdiğimi fark ettim. yeni bir eve taşınmanın çözemeyeceği hiçbir şey yok bence. mutsuzluk, depresyon, ayrılık acısı. hiçbir şey. tabi bu saydıklarımın hiçbirinden muzdarip değilim çok şükür ama eğer olsaydım bence yeni bir eve taşındığımda bunları umursamazdım.
yeni evlere taşınmanın insana sağlıklı yaşamı, kahve yerine bitki çaylarını ve mc donalds yerine spor salonlarını düşündüren bir tarafı var. yeni bir insan olacaksın ve sağlıklı, modern, güzel ve yalnızlıktan keyif alan biri olarak evinde tadı artık sana iğrenç gelmeyen bitki çayını '' yudumlayacaksın ''. kulağa mantıklı geliyor bence.
şimdi, henüz taşınmadığım için kahve içiyorum ve behzat ç. nin kızını niye öldürdüler diye düşünüyorum. eski evde behzat ç yi merak etmek çok uygun bir davranış ama yeni evimde dizi izlemeyeceğim. ya da sadece behzat ç yi izlerim belki, ama televizyonda. internetten dizi izlemek çok bitkiçayıolmayan bir davranış stili. türkçe konuşabilmek için unbitkiçayı yazacağım yerde çirkin bir yeni sözcük yarattım, pişmanım.
evimi artık sevmiyorum. nedenini aylar sonra artık insanlara anlatabilecek noktaya geldiğim için anlatayım, evin bahçesinde bir kedi vardı ve sürekli hamile kalıyordu. yani ben taşındığımda üç yavrusu vardı ve onlara bakıyordu, ben de onlara mama falan alıyordum ve aramızda bir bağ kurulmuştu yani. sonra o üç yavru büyüyüp kendi yollarına gidince yeniden hamile kaldı ve dört yavrusu daha oldu, apartmanın en alt katındaki ayakkabılığa yerleşti ve onlara bakmaya başladı. biz de her gün mama ve su götürüyorduk önüne ve çok mutlulardı. sonra bir gece, bir sürü miyavlama sesi falan geldi ama oturduğum semt kedisever bir semt olduğu ve milyarlarca kedi her gece kavga ettiği için umursamadım. sabah uyandığımda apartmanın önünde küçük kedi ölüleri vardı, erkek kediler gelip yavruları boğmuşlardı.
anne kedi öylece duruyordu ve yavruların öldüğüne inanamamıştı yani, alt kata gidip ayakkabılığın önünde duruyordu sürekli, yavrular bir yerden çıkar diye. bu kadar kötü bir hikaye anlattığım için üzgünüm, ama evimi sevmememin sebebi bu.
yeni evim çok güzel, izmirde gördüğüm en güzel ev hatta. parke evleri ne kadar çok sevdiğimi, fayans kaplama bir evde oturana dek bilmiyordum, ama anladım ki parke ev demek, fayanssa inşaatta uyuduğun hissinden başka bir şey vermiyor insana.
bu aralar finallerle uğraşıyorum ve çoğu evde hazırlanacak ödevler olduğu için bir sürü şey okumam gerekiyor. frankfurt okulunu frankfurtta bir okul zannederek girdiğim güzel üniversitemden böyle bilgi dolu ayrılacak olmak çok hoş, üstelik edebi olmayan kitapları insanların neden okuduğuna dair de bir fikrim var artık. zor bir matematik problemini çözünce alınan keyfin benzeri bir keyif veriyor bu kitaplar, anlıyorsun ve anladığın için kendini iyi hissediyorsun.
bir senaryo yazdım, tekrar okuduğumda bok gibi olduğunu fark ettim ama mühim olan bu değil, senaryo yazmanın öykü yazmaktan daha bile kolay olduğunu ve görselliğe düşen işler sayesinde sadece diyalogları ve eylemleri yazıp işin içinden çıkabileceğini anladım. resmen eğlendim yani yazarken.
yüz yıllık sigaram winston softu bırakıp lucky strike içmeye başladım, özentiliğimi yadsımıyorum. ama mad men öyle bir dizi ki özentisi olmakla bile gurur duyarım yani.
bilimkurgu sineması ile ilgili sunum yapmam gerekiyor pazartesi günü, 2001 a space odyssey i yapmak istemiyorum, 1984 ve geleceğe dönüşlerden birini de. peki ne yapayım. belki little shop of horrors u gösterip insanlara jack nicholson gençken ne tuhafmış dedirtirim. yazacak başka bir şey bulamadım çünkü çılgınlar gibi günlük yazıyorum.
bir genç kızın gizli defterinin yenisi çıkmış, ama okuyamıyorum. tansaş kasiyerinden bile utanıyorum ki alayım. kabalcıda kuul kitapların arasına sıkıştırıp çevik hareketlerle kapağını açtıktan sonra okumayı bile kendime yediremedim, bir de ona harcayacağın zamanda ... şekli uyarılar yapıp durdu yani beynim. zaten serra evlenmiş ve kocasıyla salak kaçamak tatillere falan gidiyordu, evlenmekten ve kaçamak tatillerden ve çocuklardan ve kocalardan ve ıssız sahillerde uzanıp doğayla bütünleşmekten nefret ediyorum. doğadan da nefret ediyorum, bir tek karadenizi severim, o da memleketim diye. doğa demek böceklerin nereden çıkacağını bilememe paranoyası demek benim için. böceklerden de nefret ediyorum, evet.

19 Mart 2011 Cumartesi

yenişehirde bir öğle vakti

sabaha kadar online oyun oynadığım sitelerde, birlikte sabahladığım insanlara karşı bir kardeşlik hissiyatı geliştiriyorum. yani, belli ki yapacak işin yok, belli ki sefilsin ve hayatın da pek heyecanlı değil, al sana ortak noktanın allahı falan, değil mi?
aşkının kedisi de dahil olmak üzere bütün ev ahalisinin uyuduğu bu sabahı, behzat ç. nin kasvetine boğmak istiyorum bu posttan sonra. ankara tam da öyle bir yerdi ve çok sevmiştim orayı, ego kartını hala saklıyorum yani. metro çıkışında saçma sapan şeyler satan seyyar satıcılar ve yine o sokakta pavyonlar vardı ( varmış ), bu da bana otobüs yolculuklarında girilen tuvaletleri anımsatıyordu biraz, soğuk, pis, kaçmak istediğin ama inanılmaz yalnızlık haliyle bir yerde haz aldığın eğreti yerler işte.

bu sabahları öten şeyler kumrular mı yoksa guguk kuşları mı tam bilemiyorum, anneannemlerde bir bayram sabahını anımsatıyorlar bana ama, çocukken çok aşırı mutlu oluyorsun ve bunu fark ettiğin nadir zamanlarda da o mutluluğun elinden gidivermesinden çok korkuyorsun ya, öyle bir sabahtı. kahvaltı hazırlanmıştı ve burcu uyanmak istemiyordu, ama ben bir süre evvel uyanmış ve kuşları duymuştum, sineklik takılı pencerenin gerisinde kuşlarla dolu bir ağaç olduğunu hayal etmiştim, yazdı ve serin sabah rüzgarı odaya doluyordu, mutluluğumla ne yapacağımı bilemiyordum ben.
sabah oldu, ben gideyim.

28 Şubat 2011 Pazartesi

sabah kendiliğinden erken uyanmak çok güzel. şimdi, üzücü bir şarkı dinliyorum ama üzülmüyorum kahvaltı edeceğiz, güneş tertemiz.
bmc gelecek diyer çok mutluyum ve burcu gitti diye üzgünüm, ama hayat çok güzel bence, vallahi.

24 Ocak 2011 Pazartesi

kiss kiss, bang bang


ipodların ilginç şeyler oldukları çoook eski zamanlardı; ipod mu o diye soran felsefe öğretmenime '' evet U2'nun mu ne imzası var arkasına, kim dinliyorsa artık '' diye cevap vermiştim. yanındaki rehberlik öğretmenine dönüp '' gençlere bak ya, U2'dan bile haberleri yok '' dedi ve devam etti '' biz Bono'yla yatıp Bono'yla kalkardık ''
beklediğim olmuş, U2 ile başlayıp her ikisinin de mutlaka deli dolu olan üniversite yıllarına uzanacak bir konuşma başlatmıştım, uzaklaştım.
hissettiğim rahatlamanın tek sebebi istediğim tepkileri tam da istediğim şekilde verip bana pavlov hissiyatı yaşatan bu iki kadın değildi, klasik bir öğretmene oranla renkli sayılabilecek giyim tarzlarından ve eğitime görünür hiçbir yenilik getirmemiş olmalarına rağmen arada sırada öğrencilere normal insan muamelesi yaptıkları için kendilerini nimetten saymalarından üniversite yıllarında rock müzik dinledikleri ya da en azından dinleyenlere özendikleri belliydi zaten.
Benim yoz ( U2'yu bilmeyerek yozlaşmak da yüzyılımızın bizlere bir armağanıdır ) liseli, onların da kültürlü modern ve batılı öğretmen rollerini sahiplenirkenki memnuniyetimiz de değildi yalnızca, - zaten yoz liseli olmak için fazla paspal ve gözlüklüydüm -, ama gözümün önünde iki insanın, biri önceden ayarlamış gibi tam tahmin ettiğim şekilde hareket etmesinde hem içimi sıkan, hem de huzur veren bir şey vardı.
Falcının tüm geleceğini anlattığı bir adam gibi, beklentisiz ve meraksız bırakıyordu durum beni, kendimi çok akıllı falan hissettiğim de yoktu, benzer bir durumda benzer bir tepki vermeyecek değildim yani, sadece sıkıcı buluyordum, abartılı ve beklenmedik tepkiler verip bunun dışında hissetmeye falan çalışıyordum, lisedeydim.
Bize '' bence dünyada iki tür müzik vardır, klasik müzik ve rock'n roll '' demiş, üsküdar'da, önündeki Atatürk heykelinin çevresi manasızca banyo fayansı kaplanmış, bir alt sokağında bir milyoncuların bulunduğu, tuvaletlerinde '' aşkımsın jale '' benzeri yazıların yazılı olduğu okulumuzda bu cümleyi de kurabilmiş Funda öğretmenimiz şu an ne yapıyordur merak ediyorum.
belki işten eve döndükten sonra salonunda kitap okurken kahve içmiş, bu sırada klasik müzik yahut rock'n roll dinlemiş ve şimdi uyuyordur, ancak kendisine kötü haberlerim var, birazdan ezan okunacak.
dünyanın, bizim elimizde olmayan olaylarla gelip kendi kurduğumuz geri zekalılıkları darma duman etmesine bayılıyorum. korkusuz erkeklerin araba kornasıyla zıplamasından, kırılgan kızların aniden çirkefleşivermesinden, rock'n roll dan ciddiyetle söz edebilen lise öğretmenimin sınıfındaki çamurlu cat botlardan, bol biralı ve votkalı parti fotoğraflarındaki eski ve pis çoraplı ayaklardan, kaktüste oturup edebiyat konuşan sakallı adamların hiçbirinin hesabı ödemek istememesinden ve bunun belli olduğunu da yine hiçbirinin kabul etmek istememesinden falan, gerçekten çok hoşlanıyorum.
şimdi, kahve bardağında söndürülmüş sigaralar, yerlerde küller, battaniyenin üstünde uyuklayan kedi, yanımda kocaman kitaplık ve o kitaplığın üstünde yarı yarıya sökülmüş koska helvaları yapıştırmasıyla veda ediyorum dostlarım, punk is not dead, esen kalın.

22 Ocak 2011 Cumartesi

sami




21 Ocak 2011 Cuma

Enfiye/Müzik kutusu

Ben her gün çamlıca'dan yuvarlanıp üsküdar'a indiğim realitesiyle birlikte ele aldığım için mi meseleyi bilmem; bir insanın denge profilinin boğaz suyuna ulaşmayla ilgili olduğuna inanıyorum. Şehrin kilometrelerce dışındaki o yüksek apartmanlarda oturan insanların nasıl yaşadıklarını merak ediyorum. bu yüzden. Ne yapıyorlar acaba? ben olsam sürekli yemek falan yerdim, yoksa insanı ataşehir gibi bir yerde ne mutlu edebilir? Bazen bu gibi yerlerle, izmir'i kıyas edip tefekküre dalıyorum resmen. ancak istanbul il sınırları dahilinde olan bir lokasyon, olmayana göre en kötü ihtimalle ehven-i şerdir her zaman.

 'Ben kimsenin mali değilim, hürremim ben' diye bağıran nefsimin coşkunluğuna, itikadi istinatlarda bulunmazsam; nefsime zulmetmiş olacağımı pek iyi biliyorum. ece'nin bana verdiği yahya bey divanının cildi, gözümün önünde; vecdimin önüne çekmek istediğim sete dair fikirlere binaen 'once you pop, you can't stop' diyor bununla beraber. Boğaz o kadar tatlı ki.. herhangi bir sebepten dolayı ondan uzak kalmanın ne iyi bir tarafı ne de iyi bir bahanesi olabilir falan. 

20 Ocak 2011 Perşembe

kendi gök kubbemiz

bugün Sami ile eminönündeydik, yahya kemal müzesini gezdik ve çorlulu ali paşa medresesinde çay içtik. hayalini kurduğumdan bile daha mutluyum ben, nasıl oluyor bilmiyorum. anneme bunu söyledim ve sanırım ilk defa anlar gibi oldu ne hissettiğimi. ona yalvarmak istedim, benim için dua et, her şey hep böyle kalsın diye. yapamadım fakat. böyle.

18 Ocak 2011 Salı

Yükseltin tavan kirişini Veya 15B'nin gittiği yer

İstanbul'da iki gündür aynı gün batımı var. Yollar aynı, örümcek kafalılığımın seviyesi lise hazırlıktan beri aynı, Mihrimah sultan aynı, Mado tarafına doğru açılan bahçe kapısına yakın olan duvarındaki güneş saati aynı... İzmir'e dönmeyi zerre kadar istemiyorum. Çok sonraları, yazdıklarım bana okunduğu zaman hissettiklerim;  yazmak zorunda olmadığım zamanlardaki 'ne yazsam' çocukluğu kadar heyecanlı.  Küçücük dünyamın, havf ve ümit dengesinde durması o kadar güzel ki...

Dünyanın uzanınca eli parçalayan dikenleri olan meyveleri bulunan büyük bahçeleri, akşamları çaydanlığı kaynayan dar mutfaklı küçük sessiz hanelerine müreccah değil.

16 Ocak 2011 Pazar

eller kadir kıymet bilmiyor anne

merhaba.
İstanbula dün geldim. İnsan uzun bir zaman sonra ailesinin yanına gelince sıcak bir ev ( gerçek anlamıyla ) beklentisine giriyor. fakat evimiz buz gibi. bir de galiba bende kansızlık var, çünkü sürekli üşüyorum ve 70 yaş hızıyla merdiven çıkıyorum. ama yine de ev daha sıcak olabilirdi. bunu dün babama duygu sömürüsüyle karışık bir öfkeyle açıkladım ve kaloriferleri biraz daha yaktı. ama duygusal konuşmaların etkisi yarım gün bile sürmüyor bizim evde, yine palto ve bereyle oturuyorum şimdi.

evde hiçbir şey değişmemiş, yalnız ben olmayınca tost ekmeğinden komşu fırın ekmeğine, kahveden de çaya geçiş yapmışlar, onları da dün temin ettim. bloglara ne yazılır senelerdir öğrenemediğim halde inatla devam ediyorum. moda blogum olsaydı keşke ama modaya olan ilgimi kendi evime çıkınca tamamen yitirdim heralde, peynir alacak param yok zira.
izmire geri dönünce işe girip evime parke yaptıracağım, böylece daha az üşümeyi umuyorum dostlarım.

evimi çok seviyorum, küçük ve sevimli falan da olmamasına rağmen. sevimli olması için çabalamak istiyorum ama ikea çok uzak, zaten param yok. ( buradan devlete sesleniyorum. )

babamın mutfaktan sesi geliyor şimdi, amcama evlenmediği için aptal diyor, çünkü dedem tadı çok kötü olan bir çorba yapmış. o eve bir kadın lazım diyor, daha neyi bekliyor diyor. dedem hep ağlıyormuş, babaannemi özleyip.
benim hayatım öyle olmasın istiyorum, ama öyle ile neyi kastettiğimi de bilmiyorum tam. en sevdiklerimi kaybetip yalnız kalacaksam biri bana baştan söylesin isterim.
ama hayat çok güzel yani, anadolu yakası çok eski, sanki insanlar başka, evler, köşkler, yalılar başka şey düşünüyormuş gibi. halide edip ya da reşat nuri romanları gibi.
ne olacak. hayat çok güzelken de çok korkuyor insan.