26 Aralık 2010 Pazar

foucault'nun ayşe arman'la imtihanı





saat altı olmuş, içim çok sıkılıyor ve uyuyamıyorum. bu girişle size neler hissettirdim bilemem ama gerçek bu. bütün iç sıkıcı düşünceler de ardı ardına aklıma geliyor yani.
seksen milyon yıldır içtiğim sigara olan winstonu bırakıp camel black içmeye başladım. sigaralara göre karakter analizi yapan salak insanlardanım ama yeni çıktığı için camel black hakkında bir fikir geliştiremedim.
sınıfımın libidoları ile müsemma iki üyesi ile seks filmleri furyası ile alakadar sunum yapacağım. son günlerde çok fazla sit com izlediğim için fuck falan yazmak geliyor içimden bu olayla alakadar olarak. harry potter izleyip insanlara muggle gözüyle bakanlardanım.
dışarıda çok yağmur yağıyor. sizi izmirin hava durumundan haberdar ederkenki amacım ne bilemiyorum, ama dedem annemi her aradığında üç dört defa bunu sorduğuna göre birileri ilgilenir diye umuyorum.
yılbaşı kültürüm var çünkü modern bir atatürk çocuğuyum, ayrıca insanların bir araya gelip hediye vermesini hoş buluyorum. ama hiç noel babaya inanacak kadar kemalist olamadım. olsam belki her şey farklı gelişecek ve ktunnel adı ülkemizde hiç duyulmayacak, dns ayarları kimsenin umrunda olmayacaktı.
insanları idealize edip kahraman gibi görme arzumdan okulda sarı zeybek'i izlerken uyuyakaldıktan sonra vazgeçtim, ingilizce öğretmenimle aynı ideali yahut coşkunluğu paylaşmak aşağılayıcı olacaktı zaten.
ben ve benim gibi insanların bir fikre kendini adamak ya da insanlığın kurtuluşu hakkında kafa yormak için yaratılmadığımızı düşünüyorum. dolabımı bile toplamaktan aciz bir insan olarak siyasetle hiç ilgilenmiyorum, çünkü ilgilensem de işe yaramayacaktı.
ben dedikodu yapmaktan ve televizyon seyrederken salya akıtmaktan hoşlanıyorum, gün gelecek ya son izlediğim sit comdaki bir espirinin başarısız taklidiyle, ya da yengemin eltisinin kızının çocuk aldırmasının haberiyle içinizden birinin canını sıkacağım, siz de güzel olduğum yahut ilerde işinize yarayacağım fikriyle hı - hı diyeceksiniz, hazırlıklı olun.

6 Aralık 2010 Pazartesi

kimseye et - - mem şikayet.

banyoya girerkenki kıyafet çıkarma faslı beni gerçek bir melankoliye ve yalnızlık hissiyatına sürüklüyor, kafamdan normalde güleceğim karamsar cümleler falan geçiyor ve onları mantıklı bulabiliyorum. babaannem öldüğünden beri mutsuz olmak için fena halde büyük bir sebebim var, ancak hiç yalnız kalmayarak yahut yalnız kaldığımda uyku ilacı neticesinde çılgınlar gibi uyuyarak bunu ciddi ciddi bertaraf edebilmiştim, niye üzülmüyorum diye pişmanlık duyacaktım neredeyse, şu anda üzülüyorum.
ruh halini değiştirmek ya da belli durumlardan kaçmak amaçlı ilaç kullanımının ne kadar moronik göründüğünün farkındayım, 22 yaşında biri olarak, ama mutsuzdum yani, ne yapayım. eve birileri gelsin ve '' ses olsun '' diye hakikaten çaresiz bir şekilde bekliyorum şu anda, banyomuzdaki bütün musluklar da korku filmi efektiyle damlıyor falan.
6 tane filmi psikanalitik kurama dayandırarak açıklama ödevimi twilight üçlemesi ve bridget jones üzerinden yapmayı, bol bol da '' toplumun kadına biçtiği rol '' , '' ölüm korkusu '' falan demeyi planlıyorum, bence bunlar konu hakkında kitap yazmış hocamızı - sinema ve psikanaliz - memnun edecek.
dün ya da evvelsi gün bir karar aldım, artık kimseyi aşağılamayacağım yahut dedikodusunu yapmayacağım. böyle bir kararı buradan açıklarken naif olduğumu düşünmüyorum, siz de düşünüp beni sevimli bulmaya yeltenmeyin lütfen. klavyemin içine kaçan ve ben üfleyince z den s harfine giden çörek otu şimdi ne yaptı merak ediyorum, sizi seviyorum ama bana başın sağolsun diyen facebook mesajları göndermeyin, hoşçakalın.

29 Kasım 2010 Pazartesi

mürur - u zaman

bu rfotoğraf kendimi bildim bileli bizim evin salonundaydı, şimdi aldım buraya, odama astım. iyi mi ettim, kötü mü ettim bilemiyorum, herkes kadar kendi nostaljimi kutsuyorum yani ben de.

insanlar bana yalan söylesinler istemiyorum, ama doğruyu hiç söylemesinler, zira herkesin hikayesi birbirine ve benimkine de elbette, çok benziyor ve boğuluyorum. psikolojik saptamalar yaparak karşımdakini çözmeye çalışma oyununun aşağılıklığını ve olanaksızlığını fark ettiğimden beri bunu da yapmamaya çabalıyorum, kimsenin karşısında sabırlı gülümsemelerden duvar öremem yani, özellikle de bu denli hiçbir şey dinlemek istemediğim bir dönemde. iki tane freud okumuş herkesin '' beni hiç anlamıyor '' serzenişine cevabı '' peki sen anlaşılmak istiyor musun? '' falan oluyor zaten ve benim bahsi geçen aile psikologlarıyla ilgili de aşağılayıcı fikirlerim var.
bugün vefa ile sınıf arkadaşlarımızın oturduğu masaya bakan uzak bir banka oturduk ve resmen oraya oturduğumuz için dedikodu yapmak zorunda hissettik, insanlar bizi duyamayacak kadar uzak fakat bizim onların hareketlerinden anlamlar üretebileceğimiz kadar yakınlardı falan ve biz kendi küçük akıllıyız biz grubumuzu falan oluşturuyorduk yani onlarla dalga geçerek.
bu olay sırasında o masada oturan arkadaşlardan biri fotoğrafımızı çekmiş, öylesine kötücül çıkmışız ki fotoğraf sanatına bakış açım değişti diyebilirim.
bir tek arkadaş daha edinmek istemiyorum sevgili dostum, bence korkunç sosyalim yani ve bu çok bezdirici bir şey. iphonea talking tom cat diye bir application indirdim, şimdi onunla konuşuyorum, daha doğrusu bir şey söyletip ona tekrarlattıktan sonra ödül olarak süt içiriyorum falan, hayat bana güzel yani.

25 Kasım 2010 Perşembe

biraz ötede gökkuşağı veya istanbul

Biraz önce dünden kalan paketimin sonuncu sigarasını içerken gökkuşağını farkettim. kaldığım evin çok yakınında bir yerdeydi, öyle ki parabolün kalan yarısını göremiyordum. hayatımda ilk defa gökkuşağına bu kadar yakın oldum yani. izmir'de yaşadığım en büyük görsellik buydu herhalde. şimdi hava biraz soğuk, saatlerin geçip gitmesini bekliyorum. 5 litrelik pıınar markalı suyun ambalajında 'çamlıca' yazıyor. muhayyerkurdinin 'seni bu hüzünden kim kurtaracak' temalı sesleri, bana hüznün hakkının verildiği yerleri hatırlatıyor. O'nu bekleme işini oralarda yapamaz mıydım diye iç çekiyorum. gökkuşağı da gitti yani.

18 Kasım 2010 Perşembe

bonnie was a bitch, clyde was a junkie

sevgili dostum,
rüyamda Stephen King'in bizim okulda hoca olduğunu gördüm, ben de evdeki külliyatı toplayıp imza istemeye gidiyordum falan. çok severim kendisini ( kendisini dediğimde bir büyümüş ve küçülmek isteyen kız hissiyatı yaşayıp irkildim dostum ), korkmanın ve heyecanlanmanın yanında edebi bir keyif de alıyorum yani okurken, neyse. okulda bir hocamız var, bize çok kitap önerince ve kitapların maliyetinin fazla olduğu hakkında sızlanmalar gelince gidip kitap çalmamızı öğütlüyor. hapse girersek yahut kitapçının gizli saklı bir mahzeninde dayak yersek - fırat budacı - , o kurtaracak bizi çünkü. bu insan elli yaşında, ikiz kızları var ve 10 yazıyla on yaşlarında görünen bir öğrencisiyle çıkıyor senelerdir, kız ona HOCAM diyor ve ben kendimi asit kuyularına atmak arzusuyla uzaklaşıyorum yani.
İstanbuldayım ve burası çok güzel dostum, hava bile güzel inanmazsın. Ve fekat yine hasta olmayı başarabildim -evimizin igloluğundan, benim suçum değil. bugün burnum aka aka bindiğim otobüste gidip bir adamın yanına oturdum, önde karısı ve çocuğu oturuyordu ve adam ben yanına oturunca çocuğunu kaldırıp kendi yanına oturttu, beni de karısının yanına postaladı. ben de '' gerek yoktu, teşekkürler '' gibi bir şeyler geveledim. olaya bireysel açıdan yaklaşınca iyi oldu zira otobüste adamların yanına oturmaktan hiçbir zaman hazzetmiyorum, birincisi iri oluyorlar ve temas etmek kaçınılmaz oluyor, ikincisi de pek çoğu bildiğin moron olduğu için bacaklarını yüz seksen derece açıp erkeklik taslıyorlar falan. dolayısıyla iyi oldu yani.
beklediğini yapıp olaya toplumsal açıdan falan yaklaşmayacağım ama, zira toplumsal yaklaşımlar beni bozar yani, bilirsin.
annem televizyondaki sihirli dadı filmi için ısrarla beni yukarı çağırıyor, dolayısıyla gitmeliyim dostum, sevgiler.

14 Kasım 2010 Pazar

gece hikayeleri

istanbula geldim dün gece. ben tuşlara bastıkça ekranda harflerin ilerleyişini çok seviyorum. babam kahvaltı hazırlamış küçük bahçemizde. benimle konuşmak istedi galiba, ama söyleyecek bir şeyim yok sanırım, istanbula gelince izmirde kolaylıkla kaçabildiğim mutsuzluklara yakalanıyorum. brahmsın lullabyını dinliyorum şimdi, babaannem ölecek. sigara içiyorum, kahvaltı uzun zamandır yemediğim yiyecekleri ihtiva ettiğinden midem bulanıyor. ama olsun.
rüyamda burcu'yu gördüm, bize gelmişti ama diş fırçası yoktu, kendime yeni bir tane aldım dün, onu vermeyi teklif ediyordum falan. çok özledim onu ve yanımda olması lazımdı şimdi. izmirde değil belki ama evimde olmayı isterdim şimdi, güneşli bir tatil sabahı olsun, çay içelim ve konuşalım isterdim. ne çabuk özleniyor her şey.

6 Kasım 2010 Cumartesi

kader, erik satie ve gnossienne n1

yazmayı çok istiyorum aslında, ama yazamıyorum yani, hakikaten. ne yazsam olmuyor, siliyorum ya da yayımlayamayacak kadar aptal olduklarını fark ediyorum falan, ben de öyleyim zira. bu yazıyı bir mektup gibi yazacağım, ismini vermeyi şık bulmadığım bir arkadaşıma, o zaman belki olacak gibi.
cuma günü bir arkadaşım göç ve sinemayla ilgili sunum yaptı, sonra da tezer özlü okudu sınıfa, o ruh hallerinden ne derece uzak olduğumu düşündüm o okurken. tezer özlü'yü çok severim ben, ama işte istanbula okunabilecek bir yazar gibiydi ve oradaki hallerimle ilgiliydi yani, şimdi erik satie dinlemek dışında pek bir şey yapamıyorum.
kader'i yeniden izledim geçen gün, sonrasında veya öncesinde, pis sokakların söyledikleri hakkında konuşabilmiştim ve film de, erik satie de bunlardan bahsediyor gibi geldi bana, dostum. yaşadıklarımdan bahsetmeye kalkarsam ne olacak bilmiyorum, ama yapamıyorum, kenarından geçmek daha kolay geliyor, en azından şimdilik.
evdeyim, evde mine ve ela var, sigara ve çay içiyoruz ve aşkının bu evin soundtracki dediği gnossienne n1 dinliyoruz. birazdan o ve birben gelecek ve oturacağız yani yine, çay içeceğiz. günlerin nasıl geçtiği gerçek bir muamma dostum, uyuyorum, uyandığımda o gün uyumadan önce ne olmuştu hiç bilemiyorum, yalnızca olaylar oluyor ancak onları da asla kronolojik bir sıralamaya oturtamıyorum.
kader beni de anlatan bir film miydi dostum, seni anlattığını biliyorum ama beni de anlatıp anlatmadığını öğrenememeyi ümit ediyorum ben. çok tuhafım, günler geçiyor ve hiçbir şey olmadan her şey yıkılıp yeniden kuruluyor, başka biri oluyorum heralde.
evim o kadar güzel ki, görebilmiş olmanı çok isterdim. bahçesinde hala yaseminler var, izmir'in tuhaf güneşi onları solduramadı ve sabah kahvaltılarında salonumdan denize bakıyoruz hep. bahçemde anne kedi ve yavruları var, acıktıkları zaman anne kedi mutfak pencereme oturuyor ve bakıyor, mama veriyorum ben de.
kedim benden uzaklaşıp yalnız başına sokaklarda dolandığında ise benim onu mutfak penceresinde beklemekten başka bir varoluş sebebim kalmayıveriyor dostum. hiçbir şeyin gerçekten önemi yok mu ne?
ben artık ne rol yapabiliyorum ne de yalan söyleyebiliyorum dostum, işin bunu kaldıracak bir tarafı kalmadı yani, sen de böyle olduğunu söylemiştin bir vakitler ya.
bana ne olacak hiç bilmiyorum. her şeyi yeniden yaşayayım istiyorum sadece, çünkü boş sokaklar, evvelden sevip bağlandığım kahveler, yediğim yemekler, tanıdığım insanlar, her şey bana daha başka geliyor, O'nun gölgesinde.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Lokman'a kalsın

http://fizy.com/#s/1ait99

6 Ekim 2010 Çarşamba

mektubunu sıkça yaz

Ece Akalın
Göztepe Mahallesi
100 / 1 sokak
Mert Apartmanı No:7 Daire: 2
35290 Konak / İzmir

ibrahim

İbrahim, içimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim

Güneş buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrahim, güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim

9 Eylül 2010 Perşembe

burcu istanbulda kaldığı yıl, dershane dönüşü rakı içer ve radyodan arabesk sayılabilecek şarkılar dinlerdik. rakının ve şarkıların o hep aynı tekrarlarla içe işleyen karamsarlığı beni ufak çaplı ruhsal çöküntülere sürüklerdi, ağlardım sık sık.
kendi kederimin beni bir anlamda rahatlattığı o akşamlarda, hayatımın hep o sıralar çektiğim acıların yansımaları ile geçeceğini ve aslında onlardan sıyrılmayı o kadar da istemediğimi düşünürdüm. o kadar çok aşk acısı çekiyordum ki, acı çekmeden var olamayacağıma inanmaya başlamıştım, benliğimin acıdan etkilenmemiş bir tarafı yoktu ki, acı gittiğinde ona tutunabileyim, zihnimde aşktan ve acıdan kaçabilmiş bir parça yoktu, olsa oraya sığınır ve o zamanları atlatma hayalleri kurabilirdim belki.
arkadaşlarım beni terk etmişti, hakları da vardı çünkü onlara hayatı cehennem ediyordum hakikaten, sürekli yaşadığım şeyi anlatmam gerekiyordu, içimde kalamıyordu, benden büyüktü, yaşadığım zamanın ve mekanın haricinde başka bir boyut gibiydi.
Şimdi tüm bunların üzerinden çok uzun zaman geçti, çoğu unutulmaması lazım gelen şeyi hatırlamakta zorlanıyorum o dönemle ilgili olarak, ama acı çekmenin ne demek olduğunu, aşık olmanın getirdiği mutluluğu hatırladığım kadar net hatırlıyorum. kuleli camii'nin avlusunda oturduğum ve denizi seyrederken farkında olmadan iç çektiğim o güzel akşam, kendimi çok yalnız ve biraz da bahtsız hissettim, yalnızdım çünkü kendi içsesimle konuşur gibiydim, bahtsızdım çünkü bu hal beni çok mutlu ediyordu.
orada, karşıda, rumeli hisarında, sarıyerde ve leventte, benim çocukluğum vardı, boğazda upuzun yürüyüşler, iskele babalarının üstüne zıplayan küçük ayaklar, dalgalar, yakamozlar ve kederli eve dönüşler vardı ve burada, küçücük bir camii'nin denizi de kendine dahil eden kocaman avlusunda bu hatıralar, o zamanın ve şimdinin güzelliğini de içine alarak, tekrarlanıyor gibiydi.
kendime, aşk acılarının bütün o korkunç güzelliklerine rağmen, yalnız kalmanın huzursuz eden tarafına rağmen, yalan söylemeyi sürdüremeyeceğimi hissettim o avluda, gemiler geçiyordu.

2 Eylül 2010 Perşembe

sirenlerden korunmak isteyen Odysseus kulaklarına bal mumu tıkamış, kendisini siren direğine sımsıkı zincirletmişti. Aynı şeyi, sirenlerin daha uzaktan ayartıp baştan çıkardığı kimseler değil ama, başkaları öteden beri yapabilirdi kuşkusuz. Ama bunun bir işe yaramayacağı bütün dünyaca biliniyordu. Sirenlerin şarkıları ne varsa delip geçiyor, şarkının ayartısına kapılanların içinde zincir ve direklerden daha da fazlasını kırıp parçalayabilecek bir tutkunun doğmasına yol açıyordu. Belki Odysseus da işitmişti bunu, ama umursadığı yoktu. Bir avuç bal mumuyla bir bağ zincire katıksız güven besliyor, başvurduğu önlemden dolayı sevinç içinde sirenlere doğru yol alıyordu.

Ama sirenlerin şarkıdan çok daha tehlikeli bir silahları vardır ki, o da susuşlarıdır. Hani böyle bir durumla karşılaşılmamıştır şimdiye kadar, ama karşılaşılabilir. Bir kimse belki sirenlerin şarkısından kurtarabilir kendini, ama susuşlarından asla. Dünyada hiçbir nesne yoktur ki, kendi gücüyle sirenleri yenmenin mutluluğuna ve bu mutluluktan doğarak her şeyi önüne katıp sürükleyecek büyüklenmeye karşı durabilsin. Ve gerçekten, Odysseus yanlarına yaklaştığı zaman, yeni düşmanlarının üstesinden ancak susmakla gelebileceklerine inandıklarından mıdır, yoksa bal mumu ve zincirden başka şey düşünmeyen Odysseus'un yüzündeki mutluluk kendilerine şarkı söylemeyi tümüyle unutturduğundan mı, artık nedense, o yaman şarkıcı sirenler şarkı söylemeyi bırakmış susuyordu.

Ama Odysseus besbelli sirenlerin susuşunu fark etmiyor, onların şarkı söylediğini, ama kendisinin bunu işitmediğini sanıyordu. İlkin sirenlerin boyunlarını döndürmelerini, derin derin solumalarını, gözlerinin yaşla dolmasını ve yarı açılan ağızlarını şöylece fark etmiş, ne var ki bütün bunların çevresinde yankılanıp sönen, ama kendisine işitilmeyen şarkılardan kaynaklandığını düşünmüştü. Ancak, çok geçmeden söz konusu görüntülerin tümü, Odysseus'un uzaklara çevrilmiş gözlerinin önünden kayıp gitmişti. Odysseus'un azmi karşısında sirenler silindi ortadan ve kendilerine iyice yaklaşan Odysseus onları fark etmez oldu.

Ne var ki, sirenler her zamankinden daha bir güzel gerinip uzandılar, sonra arkalarına döndüler, korkunç saçlarını rüzgarda uçuşmaya bıraktılar ve kayaların üstüne sere serpe açıp yaydılar pençelerini. Artık, Odysseus'u ayartıp baştan çıkarmayı düşünmüyor, yalnız ondaki bir çift iri ve parlak gözü elden geldiğince uzun süre seyretmek istiyorlardı.

Sirenlerde bilinç diye bir şey bulunsaydı, daha o vakit yok olup giderlerdi. Ama bu bilincin olmayışından ötürü hayatta kaldılar, ellerinden de bir tek Odysseus kurtuldu.

Kafka / Taşrada Düğün Hazırlıkları

1 Eylül 2010 Çarşamba

leyleğin geciken adımı

şimdi üstümde çok tuhaf bir kıyafet var, hülya avşarın ablasının kocasını tavlamak için havuzda salınma faslını sonlandırdıktan sonra hem kurulanma hem de '' ben seni tavlamak istemedim, istemeden oluverdi '' deme amaçlı giyebileceği bir kıyafet. o kıyafetle son sigaramı da bahçede içtim az evvel, komşuların uyanmadığını ve beni böyle göremeyeceklerini umarak.
yüksek belli kotlar yeniden moda olduğunda aslında çok sevinmiştim, ama hiç giyemedim, zira çok fena duruyorlar insanda, çok. dün bmc'den kolyevari bir şey yürütmüş ve bir dahaki görüşmemizde geri vereceğimi düşünerek kendimi rahatlatmıştım, ama odamı altüst etmeme rağmen ( zaten altüst idi gerçi ) bulamadım o şeyi, buradan söylersem daha az sinirlendirici olur belki diye yazıyorum bunu, aynısını alacağım bmc, vallahi.
babam iki gün evvel bizim dağınıklığımızdan dem vururken şu hayatta en çok özlediği insanın ayten abla olduğunu söyledi ciddi ciddi ( kendisi ordu'da ), ona üzülüp odamı toplama kararı almıştım, ama toplamadım.
türkan şoray, filiz akın falan o güzel yalılarında neşeli hayatlar sürerlerken ben hep büyük bir aşk beklentisi içinde '' aslında '' sıkıldıklarını ve karşılarına çıkan ilk iyi, yakışıklı adama falan bu sebepten delice tutulduklarını düşünürdüm. aşk ilişkileri insanları sıkıntı ve '' aslında '' yalnız olmaktan kurtarma amaçlı beyhude çabalar mıdır dostlarım? hayatı paylaşmak safsataları falan. klişeleri sorgulayıp akıllı görünmek için fazlaca akıllı olduğumu düşünüyorum şimdi, boşverelim bunları.
beyazıtta iftar yapmamızın akabinde teravih kılan bmc'yi beklerken, beyazıt çınaraltında ömür boyu yalnızca otursam ve çay içsem olmaz mıydı diye düşündüm. o çınarın yaprakları benim üstüme dökülse, bavulların içinde bıçak, ikinci el elektronik eşya ve mendil satan insanlar işe geldiklerinde ilk beni görseler, sonra sabah selamlarının umudu, akşamların ve ezanların yorgunluğu, başka sohbetlerin kırılıverecekmiş hissi veren saydamlığı.
herkesin, her şeyin bir kokusu var, benim de var ve o çınarın altında yeterince oturduğumda o çınar gibi kokacağım bir gün, o kadar güzel bir hayal ki bu.
bugün mutsuzluktan ölebilirim sanırım. sadece ağlamak, uyumak, uyurken ağlamak ve ağlarken uyuyakalmak niyetinde falanım gün içerisinde.
dün bmcye veda partisi adı altında beyazıta gittik, oradan da çınaraltına gelip sabahladık ve çok iyi falandım yani, ama onlar gttikten sonraki mutsuzluk hali çok çok fena. güneş açtı, azıcık param olsa gidip çınaraltında kitap okuyacağım, ama mümkün değil. canımı sıkan şeyleri artık düşünmeme kararım şeylerin onları düşünmesem dahi canımı sıkmaya devam atmeleri neticesinde kifayetsiz kaldı an itibariyle. neyse ben uyuyayım. OH DEAR GOD:(

27 Ağustos 2010 Cuma

i want my cat to see tokyo

hala bu şarkıda sigara yakacak kadar moron olabilmek.
http://fizy.com/#s/1ah03w

21 Ağustos 2010 Cumartesi

sevgiden öte sürekli ölüm

bugün otobüs beklerken yoldan geçen bir adam yol boyunca bana baktı, sonra tam önümde durdu, saralı gibi titredi, yola devam etti, geri geri geldi ve tekrar gitti. bunların hepsini yaparken de bana baktı, lanetlendim sanıyorum.
ayfonuma kahve döktüm, bana mısın demedi,ona yepyeni ve küçük pembe kalpli bir kapak aldığım için minnet duyuyor bence. uykusuzda temizlik hastalarıyla alakadar bir fırat budacı yazısı okudum, okurken dahi strese girdim, temizlik takıntılı insanları boğmak istiyorum biraz.
Erkeklik kullanııcısından yeni bir mail almışım şimdi, başlığı İşlevi değil boyu önemli!! life is strange. life with louie'nin bu kadar sevilmesini hiç anlayamamışımdır bu arada, resmen nazı subayı tipli obez bir çocuk o ve paso tavşan dişlerini göstere göstere bir şeyler yiyor. her neyse.
yazacak çok şeyim var gibiydi ama idoser unutturdu bana, selametle kalın ( ramadan )

13 Ağustos 2010 Cuma

yedinci kıta

bir insanla konuşamıyorsanız, yahut konuşmaktan keyif almıyor, bir noktadan sonra anlayamadığınızı ve anlaşılmadığınızı hissediyorsanız onu genelde pek aramaz, yavaş yavaş da hayatınızdan çıkartırsınız, öyle değil mi? ama iki insan arasındaki ilişkiyi belirleyen yegane ölçünün de konuşmak olduğuna inanasım gelmiyor açıkcası.
yıllar sonra, eskiden tanıdığım insanlar beni gördüklerinde; yaşadığım hayatın bir sefalet ve kandırmacadan ibaret olduğunu fark edip kendilerine de itiraf etmekte zorlandıkları bir rahatlamayla kendi ankastre mutfaklı ve iki çocuklu hayatlarına daha sıkı sarılacaklar diye çok düşünüyorum. korkmuyorum bu hayalden, yalnız düşünüyorum. karşılaşacağım insanın kimliğinin yahut benim içerisinde bulunacağım durumun pek de önemi kalmayana dek düşünüyorum diyeyim aslında, çünkü kendimi neyin içine koyarsam koyayım iğreti duruyorum esasen.
ortaokulda anafen dershanesine gittikten sonra, dindar kadınların hayatlarının çok güzel olduğu genellemesine kani olmuş; stv isimli kanala ve onun orta metraj televizyon filmlerine gönülden bağlanmıştım. şu anda kendimi ortasına koyup iğretiliğime şaştığım bütün o hayat şekillerinde bulduğum o sürüklenme ve tamamen başkalaşma hissinin güzelliğini, o sıralar bana yalnızca o filmler ve '' bir de bana sor '' şarkısını çok sevdiğini söyleyen biyoloji öğretmenim verebiliyordu. kadının sevdiği bir şarkıyı on küsur yıl sonra hala unutmamış olmamın sebebi ise şarkıda geçen '' evlerin ışıkları bir bir sönerken '' kısmıdır. ışıkları sönen o evlerin, olunabilecek başka insanların, yaşanabilecek başka hayatların sayısı gün geçtikçe ve ben istemdışı olarak daha çok '' ben '' leştikçe azalıyor gibiydi ve başörtülü biyoloji öğretmenim daimi sabrı, neşesi ve güleryüzü ile benim hiç ait olamayacağım bambaşka bir yaşam biçimine sahip olmalıydı, stv izleyerek bu hayata girebilmenin yollarını arıyordum, yorucu işlerinden eve dönen ve ocağa yemek koyduktan sonra kocalarına güleryüz gösteren o sabırlı kadınlarda bana benzeyen bir şeyler.
dürüst olduğum neredeyse her yazı ve konuşmada, eninde sonunda geleceğe değinmemin, çok fazla hayal kurup onları gerçekleştirememe korkumdan değil de hiç hayal kuramıyor oluşumdan kaynaklanmasını acıklı buluyorum. siz siz olun benimle evlenmeye falan kalkmayın, hem hemen kabul eder hem de hayatınızı mahvederim zira, sevgiler.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

her şey yerli yerinde

bu istanbuldaki ilk gecem, tatil dönüşü yani. tam manasıyla kaldığım yerden devam ediyorum ama, yine sabahladım, tost yedim, film izledim ve kola içtim.
insanlar sahura kalktılar ve biri allah belanı versin dedi az evvel, ironi olsun diye değil ( ve fekat mfö göndermesi olsun diye )
bmc almanyaya, ufuk da barcelonaya gidecek, istanbulda bir aydan fazla bir zaman kalacağım ben de. çınaraltında bmcyle oturup kurabiye yiyemeyeceğim bir istanbul bana ciddi manada anlamsız gelecek sanırım. şaka yapmıyor oluşum pek fena.
en yakınımdaki insanlardan uzaklaştığımda ya da onlar benden uzaklaştığında, üzüntü falan filan haricinde bir de belirgin bir rahatlama hissediyorum. hayatım boyunca böyle oldu bu, ama fazla genel olduğu için sebebi üzerinde düşünmeye lüzum görmüyorum da. bana bağlanacak çünkü mevzu ve dil sürçmelerimden reklam seyrederken açılan ağzıma kadar her şeyi bir şeylere bağlamaktan usanmaya başladım.
hayatımda ilk defa, sevgilimle tatil yaptım, denize girip dondurma falan yedim. her şeyin ciddileşip kocaman mermer heykeller gibi başımda dikilerek bana sorumluluklarımı hatırlatacağı hissi olmadan hem de. çok, çok güzeldi. birini sevmenin tam olarak elbiselerini koklamaya başladığınız noktada ortaya çıkan bir hissiyat olduğunu düşünüyorum, kendi hayatımı zorlaştırma çabamın aslında onu hiç de heyecanlı kılmadığını düşünüyorum, oluruna bırakmak deyiminin doğruluğunu düşünüyorum.
iftar vakti bomboş olan sokaklarıyla istanbul'a girerken, çocukluktan gelen ve neon lambalarla, otobüs homurtularıyla beslenen bir mutsuzluk geleneğinin hayatımı ele geçireceği hissine kapılmış, bu duyguyu sevmemem gerektiği halde benimsemiş ve içselleştirmiştim. şimdi uzaktaki uğursuz köpek havlamaları ve su şırıltısını da andıran ağustos böceği sesleriyle beraber bunun aksini düşünüyoruz. her şey olması gerektiği gibi ve olabileceği tek şekilde gerçekleşecek, yolunda gitmeyen şeyler bile aslında yolunda gidecek ve ben hiçbir şeyi gerçekten değiştiremeyeceğimi bildiğimden sorun çıkartmayacağım.

13 Temmuz 2010 Salı

hadi bir çılgınlık yapalım

dün bozcaadaya gittim, ayazma plajı diye bir yerde saatlerce güneşin altında uyudum ve şimdi canım acıyor biraz. çillerim geri çıktı, onları yakıp çil yerine suratımda küçük yaralarla yaşasam daha güzel görünebileceğimi düşünüyorum bazen. yapmayacağım elbette bunu (seni seni ) .

annem, babam ve ben olarak yaşadığımız hayata annemlerin arkadaşlarının evden gidişi neticesinde geri döndük. sıkılıyoruz ve buna huzur diyoruz bence. ev boş, filmlerim bitmek üzere ve onlar da olmazsa geceleri uyumamak için bir sebebim olmayacak ve bu beni sabahları uyanık kılacak ve her şey daha da fenalaşacak sanırım. filmciye gitmeyeceğim hayır, sevmiyorum altınoluk filmcisi adamı ( tamlama, ama )
gece saat altı gibi fırtına dizisinin tekrarı var, hakikaten moron bir dizi, ama murat yıldırım'a yıllardır aşık olmam onu izlemeyi bayağı neşeli kılabiliyor. sonra arka sıradakiler var saat yedide, o da zaten şahane, bilirsiniz. televizyonla aram iyi velhasıl, sen de olmasan diyorum ona içimden, ona ve ketıla. ( küçük serseri ) dördüncü kere aynı şarkıyı dinlediğim bu internet kafede, laptopumu yanıma almaya üşendiğim saniyeye lanet ederek sevgilerimi ve dünyanın bütün çiçeklerini yolluyorum size, fUnny och alexander.

6 Temmuz 2010 Salı

akşamlar sorun yaratır.

kendimi ifade etme arzumdan, insanların yüzlerine baktıkça arındığımı düşünüyorum bazen. çok sıkılıyorum, karşımdakinin anlamak istemeyeceğini ya da anlayamayacağını ya da dinlemek istemeyeceğini, çünkü onun anlatacaklarının aslında daha önemli olduğunu düşünüyorum. kimse sizi dinlemeyi öyle çok çok da istemez çünkü, anlatmak ister insan.
çok uzun bir zamandır dinliyorum insanları, kendimden bahsetmeyi biraz ayıp bularak ve onlar anlattıkça rahatlayarak dinliyorum hem de, kibar bir katil gibi biraz.
diyeceğim o ki; bunu yapmadığım ve deliler gibi kendimden bahsettiğim bir iki insan var hayatımda, anlatıyorum, anlatıyorum ve anlaşıldıkça daha da anlatmak istiyorum hep. anlaşılacağınızdan eminken anlatmak kadar rahatlatıcı az şey var çünkü hayatta. dün gece işte,- ya da evvelsi gece mi oluyor, bilemedim şimdi - geçmişte kaldığını düşündüğüm bir dostuma mail atarken, kendimden bahsetmekten ne çok keyif aldığımı düşünüp utandım biraz. anlatmak istedim ona, sayfalar boyunca, sorduğu sorunun cevabı haricinde başka pek çok şeyi de, neyi neden yaptığımı ve neden yapmadığımı ve yapamadığımı vesaire, anlaşılacağıma dair o güvenle daha fazla yazmayı istedim ben de. o güven - çaresizlik - utanç karışımı, katharsis benzeri duyguyla yazdıklarımın yarısından fazlasını, maili göndermeden evvel silerken, kendi bencilliğimden korktum da biraz. insanlarla aynı frekansı tutturabildiğim anda, korkunç bir gevezeye dönüşebilmem, kendi karakterim hakkında vardığım gururlu yargıları yıktı sanırım biraz, her neyse, ben konuşmasını bilmem Lili :)

21 Haziran 2010 Pazartesi

şarlatanlar, deliler, cimriler ve asalaklar

geç saatler ile kedi kavgaları arasında bir alaka olduğunu düşünüyorum şu an, geceleri daha sinirli oluyor galiba kediler.
aslında dns ayarlarımı değiştiremediğim için yazıyorum bu yazıyı, değiştirmeyi başarabilsem yutubdan lady gaga klipleri falan izleme planım vardı, hayat.
kuzenimin çifte düğününden bu sabah döndüm ve düğünlerde bekar herkesin yaptığını farz ettiğim gibi evlilik hakkında düşündüm. evlenmek istemiyorum sanırım hala, düğün mevzusu bir kere çok anlamsız geliyor bana. belki güzel harmandalı oynayan biri olursa onu izlemek falan hoş.
yine de işte evlilik ve tüm insanların oynamasından sonra bir erkekle aynı eve gitmek ve bütün o boğulmaların başlangıcı olarak tabak çanak alışverişleri ve yer karolarının dalgın desenleri. yanımda virginia wolf kapaklı bir kitap var. hakikaten öyle gölün içinde adım adım ilerleyerek mi intihar etti merak ediyorum ( the hours ) çok trajik ve güzel olmakla beraber çok da zor bir ölme biçimi o zira. o filmi izleyeli çok zaman oldu gerçi.
bu akşam eve dönerken karşıma benicio del toroya benzeyen bir adam, bir yanına kızı, onun yanına da karısı oturdu. yol boyunca hiç konuşmadılar, çocuk da dahil olmak üzere. kadının göz altları torba torba ve elleri çok güzeldi. öyle mutsuz kalsınlar istedim ben de sanki, üçü de farklı taraflara bakarak ve hiç konuşmayarak mutsuz olsunlar hep. cimrilikten, yalandan ve iftiradan çok korkuyorum ben. alametlerini de arıyorum ama sevdiklerimde, hırsla aryorum hem de. felaketin gelmesini isteyen tarafım, güvensizlikle de birleşirse tamamen konrtolü ele alabiliyor. saldırgan oluyorum o zaman, kötücül, korkak ve aşağılık biraz.
cimri, yalancı ya da iftiracı değilmişim gibi gelse de öyle olabilirliğim ve bunların farkına varmadan yaşayıp gidiyor olma olasılığımdan tiksiniyorum. olasılıklardan ve karakterlerin göründüğü gibi olmayabiliriliğinden falan da tiksiniyorum çoğu zaman. net olsa her şey, herkes.
hasan ali toptaş anneme teşekkür etmiş, kuzenim iki yıl sonra çocuk yapacağım demiş, teyzem boşanacakmış ve ben sigara içeceğim şimdi.

14 Haziran 2010 Pazartesi

sordum sarı çiçeğe


karpuz yerken kendimi biraz fazla kaptırdığımı düşünüyorum bazen. yukarıdaki fotoğrafı ben çektim ve özellikle sepya yaptım, zira sepya tonunu oldukça uygun buluyorum karpuzla ilişkimi tanımlamak açısından. gece yarısı ve kaşıkla karpuz yemek, sonra kaşıkla yenmiş karpuzu sinsice dolaba geri koymak hoş değil.
hayatım tam anlamlandıramadığım tuhaf bir yöne doğru kaymakta, izmire gittiğimden beri. sokak ortasında saç saça baş başa ( ne uzun bir deyim bu ) kavga ettim mesela, ben hem de. - ben sözcüğü burada vurgulandı ama siz bunu ben söylemeden de anlamıştınız bence ve bir cümlede çok fazla ben geçtiğinde aklıma hep ela gözlü benli dilber şarkısının haluk levent yorumu geliyor -
yani tatil geldi ve neşeli bir şey falan ama izmir de aksiyonlar kenti falan olmuştu sanki ve '' işaret parmağım düne göre daha uzun galiba '' tarzı düşüncelere bütün gün takılabilen benim gibi unaksiyonel ( evet şimdi türettim ) biri için oldukça değişikti bu durumlar. şimdi bu ilk post falan olduğu için bir şey bulamıyorum yazacak ama tekrardan blog yazmayı istiyorum cidden, dolayısıyla başka postlara artık diyorum, sevgiler.