26 Şubat 2013 Salı

karakter aşınması

hiç geçmeyen bir yabaniliğim var. yıllardır tanıklarım hariç, insanlarla konuşmak ceza gibi geliyor. akıllı insanlarla konuşmak, akıllı olduklarını göstermeye çalışacaklar korkusuyla iki kat daha zor. 24 yaşımda artık kimseye sevdiğim yazarları saymak istemiyorum. konuşmadan anlaşmanın bir yolu olsa? konuşmak bana yoz hissettiriyor. tanışmak, kendini anlatmak, akıllıca espriler yapmak falan, berbat bir şey değil mi?

16 Şubat 2013 Cumartesi

'' Almanya' da bir öğretmen bir gün sınıfa girer ve ... '' Facebook'ta herkes çok ama çok akıllıca şeyler paylaşıyor, okurken Allah korusun içime bir şeyleri değiştirme hevesi girer diye uzun yazı gördükçe geçiveriyorum hemen. birisinden bir hikaye duydum diye hayatımı değiştireceksem hiç değişmesin hayatım, çünkü sonra onun hikayesi de çok pis olur, gevrek bir keyifle, arkama yaslanıp başlarım artık anlatmaya '' bir gün bir hikaye okudum, vidividividiydi ve kendine güvenin öneminden bahsediyordu, işte o gün ... '' suratımda bir rahatlık, içimde bir iş yapmanın saadetinin kimlikleşmiş hali, yanaklarım şişmanlamış, kızarmış.
dört beş gündür evden çıkmıyorum, kitap okuyorum, oyun oynuyorum, dizi izliyorum falan. tatil yapıyorum gerçekten yani, içim de o kadar rahat ki. yani vaktim boşa geçmiş, bir şey öğrenmemişim, gezmemişim, görmemişim, yaşlanıyormuşum falan hiçbir şey yok. öylece oturmakta hiçbir beis görmeyen, çok güzel bir ruh hali yakaladım. yarın gerçi çınaraltına gideceğim ama o da evimin bahçesi gibi bir şey, semt değiştirmedikçe insan evden çıkmış sayılmaz diye düşünüyorum.
yarın kendime bir şişe mandalina kolonyası almak istiyorum. mandalina benim için bahar gibi kokuyor, kış meyvesi de olsa. hep çantamda dursun, üzüldükçe, sıkıldıkça kolonyamı çıkarayım ( otobüste biri birine bağırınca, haksız olanı susturmaya cesaretim olmayınca mesela ) onu koklayayım ve alnıma dokunanlar, iyileşmiş desinler istiyorum.

3 Şubat 2013 Pazar


Sanço Panço bir taşra kentinin sinema salonuna girer. Don Kişot’u arar ve onu kenarda bir yerde otururken bulur, ekrana kilitlenmiştir. Salonda boş yer yok gibidir,-bir tür loca olan- galeri gürültücü çocuklarla tıka basa doludur. Faydasız birkaç girişimden sonra Don Kişot’a ulaşamayacağını anlayan Sanço isteksizce orta sırada bir kız çocuğunun yanına oturur (Dulcinea mıdır?). Film gösterimi başlamıştır, kostümlü bir filmdir, ekranda, silahlı şövalyeler koşturmaktadır, bir anda tehlike içinde bir kadın görünür ekranda. Don Kişot aniden ayağa kalkar, kılıcını kınından çıkarır, ekrana doğru atılır ve kılıç darbeleri ekran perdesini yıkmaya başlar. Ekranda hala kadın ve şövalyeler gözükmektedir ama Don Kişot’un kılıç darbesiyle açtığı kara delik giderek daha da büyümekte, görüntüleri durmak bilmeden yalayıp yutmaktadır. Sonunda ekrandan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştır, sadece onu tutan ahşap çerçeve görünmektedir. Öfkeli izleyiciler salonu terk eder ama locadaki çocuklar Don Kişot’a tezahüratlarını sürdürürler, adeta onun fanatik taraflarına dönüşmüşlerdir. Sadece orta sırada oturan kız çocuğu ona suçlayıcı ve azarlayıcı bir tavırla bakmaktadır.
       Hayallerimizle ne yapmamız gerekir? Onları sevmeli miyiz, hayallerimize onları yok etmemizi gerektirecek ölçüde inanmalı mıyız, onların gerçek olmadığını mı ispatlamalıyız (Orson Welles sinemasının anlamı belki de budur). Eninde sonunda, boş oldukları anlaşılınca, tatmin edilmemiş oldukları anlaşılınca, onları meydana getiren hiçliği gösterdiklerinde, işte sadece o zaman onların hakikat değerini azaltmalı ve –kurtardığımız- Dulcinea’nın bizi asla sevemeyeceğini anlamalıyız.
Giorgio Agamben / Dünyevileştirmeler