27 Ağustos 2010 Cuma

i want my cat to see tokyo

hala bu şarkıda sigara yakacak kadar moron olabilmek.
http://fizy.com/#s/1ah03w

21 Ağustos 2010 Cumartesi

sevgiden öte sürekli ölüm

bugün otobüs beklerken yoldan geçen bir adam yol boyunca bana baktı, sonra tam önümde durdu, saralı gibi titredi, yola devam etti, geri geri geldi ve tekrar gitti. bunların hepsini yaparken de bana baktı, lanetlendim sanıyorum.
ayfonuma kahve döktüm, bana mısın demedi,ona yepyeni ve küçük pembe kalpli bir kapak aldığım için minnet duyuyor bence. uykusuzda temizlik hastalarıyla alakadar bir fırat budacı yazısı okudum, okurken dahi strese girdim, temizlik takıntılı insanları boğmak istiyorum biraz.
Erkeklik kullanııcısından yeni bir mail almışım şimdi, başlığı İşlevi değil boyu önemli!! life is strange. life with louie'nin bu kadar sevilmesini hiç anlayamamışımdır bu arada, resmen nazı subayı tipli obez bir çocuk o ve paso tavşan dişlerini göstere göstere bir şeyler yiyor. her neyse.
yazacak çok şeyim var gibiydi ama idoser unutturdu bana, selametle kalın ( ramadan )

13 Ağustos 2010 Cuma

yedinci kıta

bir insanla konuşamıyorsanız, yahut konuşmaktan keyif almıyor, bir noktadan sonra anlayamadığınızı ve anlaşılmadığınızı hissediyorsanız onu genelde pek aramaz, yavaş yavaş da hayatınızdan çıkartırsınız, öyle değil mi? ama iki insan arasındaki ilişkiyi belirleyen yegane ölçünün de konuşmak olduğuna inanasım gelmiyor açıkcası.
yıllar sonra, eskiden tanıdığım insanlar beni gördüklerinde; yaşadığım hayatın bir sefalet ve kandırmacadan ibaret olduğunu fark edip kendilerine de itiraf etmekte zorlandıkları bir rahatlamayla kendi ankastre mutfaklı ve iki çocuklu hayatlarına daha sıkı sarılacaklar diye çok düşünüyorum. korkmuyorum bu hayalden, yalnız düşünüyorum. karşılaşacağım insanın kimliğinin yahut benim içerisinde bulunacağım durumun pek de önemi kalmayana dek düşünüyorum diyeyim aslında, çünkü kendimi neyin içine koyarsam koyayım iğreti duruyorum esasen.
ortaokulda anafen dershanesine gittikten sonra, dindar kadınların hayatlarının çok güzel olduğu genellemesine kani olmuş; stv isimli kanala ve onun orta metraj televizyon filmlerine gönülden bağlanmıştım. şu anda kendimi ortasına koyup iğretiliğime şaştığım bütün o hayat şekillerinde bulduğum o sürüklenme ve tamamen başkalaşma hissinin güzelliğini, o sıralar bana yalnızca o filmler ve '' bir de bana sor '' şarkısını çok sevdiğini söyleyen biyoloji öğretmenim verebiliyordu. kadının sevdiği bir şarkıyı on küsur yıl sonra hala unutmamış olmamın sebebi ise şarkıda geçen '' evlerin ışıkları bir bir sönerken '' kısmıdır. ışıkları sönen o evlerin, olunabilecek başka insanların, yaşanabilecek başka hayatların sayısı gün geçtikçe ve ben istemdışı olarak daha çok '' ben '' leştikçe azalıyor gibiydi ve başörtülü biyoloji öğretmenim daimi sabrı, neşesi ve güleryüzü ile benim hiç ait olamayacağım bambaşka bir yaşam biçimine sahip olmalıydı, stv izleyerek bu hayata girebilmenin yollarını arıyordum, yorucu işlerinden eve dönen ve ocağa yemek koyduktan sonra kocalarına güleryüz gösteren o sabırlı kadınlarda bana benzeyen bir şeyler.
dürüst olduğum neredeyse her yazı ve konuşmada, eninde sonunda geleceğe değinmemin, çok fazla hayal kurup onları gerçekleştirememe korkumdan değil de hiç hayal kuramıyor oluşumdan kaynaklanmasını acıklı buluyorum. siz siz olun benimle evlenmeye falan kalkmayın, hem hemen kabul eder hem de hayatınızı mahvederim zira, sevgiler.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

her şey yerli yerinde

bu istanbuldaki ilk gecem, tatil dönüşü yani. tam manasıyla kaldığım yerden devam ediyorum ama, yine sabahladım, tost yedim, film izledim ve kola içtim.
insanlar sahura kalktılar ve biri allah belanı versin dedi az evvel, ironi olsun diye değil ( ve fekat mfö göndermesi olsun diye )
bmc almanyaya, ufuk da barcelonaya gidecek, istanbulda bir aydan fazla bir zaman kalacağım ben de. çınaraltında bmcyle oturup kurabiye yiyemeyeceğim bir istanbul bana ciddi manada anlamsız gelecek sanırım. şaka yapmıyor oluşum pek fena.
en yakınımdaki insanlardan uzaklaştığımda ya da onlar benden uzaklaştığında, üzüntü falan filan haricinde bir de belirgin bir rahatlama hissediyorum. hayatım boyunca böyle oldu bu, ama fazla genel olduğu için sebebi üzerinde düşünmeye lüzum görmüyorum da. bana bağlanacak çünkü mevzu ve dil sürçmelerimden reklam seyrederken açılan ağzıma kadar her şeyi bir şeylere bağlamaktan usanmaya başladım.
hayatımda ilk defa, sevgilimle tatil yaptım, denize girip dondurma falan yedim. her şeyin ciddileşip kocaman mermer heykeller gibi başımda dikilerek bana sorumluluklarımı hatırlatacağı hissi olmadan hem de. çok, çok güzeldi. birini sevmenin tam olarak elbiselerini koklamaya başladığınız noktada ortaya çıkan bir hissiyat olduğunu düşünüyorum, kendi hayatımı zorlaştırma çabamın aslında onu hiç de heyecanlı kılmadığını düşünüyorum, oluruna bırakmak deyiminin doğruluğunu düşünüyorum.
iftar vakti bomboş olan sokaklarıyla istanbul'a girerken, çocukluktan gelen ve neon lambalarla, otobüs homurtularıyla beslenen bir mutsuzluk geleneğinin hayatımı ele geçireceği hissine kapılmış, bu duyguyu sevmemem gerektiği halde benimsemiş ve içselleştirmiştim. şimdi uzaktaki uğursuz köpek havlamaları ve su şırıltısını da andıran ağustos böceği sesleriyle beraber bunun aksini düşünüyoruz. her şey olması gerektiği gibi ve olabileceği tek şekilde gerçekleşecek, yolunda gitmeyen şeyler bile aslında yolunda gidecek ve ben hiçbir şeyi gerçekten değiştiremeyeceğimi bildiğimden sorun çıkartmayacağım.