6 Ocak 2012 Cuma

fincanın etrafı

Işık perdelerin örtemediği yerlerden odaya giriyor. Ambulans sesleri ve kuş sesleri var. Ambulanslar büyük şehir gürültüsünün kalbi sıkıştırması için, kuşlar sabah serinliğinin çiğ tanesi hafifliği.

İşe gitmeyenler de bazen erken uyanırlar ve mutlu mu olsunlar, mutsuz mu olsunlar bilemezler. Sabahların temiz iklimine giren insan, sevinmeli mi , üzülmeli mi? En iyisi uyumak. Zaten artık kimsenin bunları düşünmeye vakti yok. Uyanış, kendiliğindenliğinden sebep, yatağı geri dönülmez yapıyor. Aniden ve kendiliğinden uyanan insanın bir daha uyuması zordur. Uyku kokusu, bir yerlerde unutulan önemli bir şeylerin pişmanlığı gibi odayı sarmışken ‘’ ben hariç herkes bir şeyler yapıyor ‘’ diye düşündüm, ben hariç herkes hep uyanıyor, hep temiz kıyafetler, ağız şapırtılı sessiz kahvaltılar, peynirler ve domatesler, masa örtülerine gölgelerini bırakan siyah zeytinler.

Ama ben hiçbir şeyi yapmayı unutmadım ki. Yapacak çok az şey vardı ve onları da yaptım zaten. Benim uyanmama hiç gerek yoktu. İstediğim kadar uyuyabilirdim - ama istediğim kadar uyumak istemedim, her şey kaçıp gidiyordu. Ben uyurken, olanları bilemez ve değiştiremezken. Her şey gidiyor, genç olmak, aşık olmak, sokaklar, yürüyüşler, çiçeklerin renkleri, akşam çayları, kasabaların kömür kokuları gidiyor.
Annemle babam, üniversitede öğrenciyken Huzur Kıraathanesinde çay içmiş, Süleymaniye Medresesinde el ele yürümüş ve bir gün, yanlarından bir tren geçerken ilk defa öpüşmüşlerdi. Gençlikleri ve güzellikleri birbirlerine zaman hiç yokmuş gibi gülümsedikleri fotoğraflardan şimdiye yansıyordu. Ben, şimdi, hayatım boyunca hayal ettiğim kadar çok aşıktım, çok mutluydum, ama bizim yürüyüşlerimiz de, gülüşlerimiz de annem ve babamınkiler gibi geçip gidiyordu işte, yerlerine soğuk sabahlar, yorgunluklar, iç sıkılmaları...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder