kabataş'ta Meşa Selimoviç'in Ahmet Şabo'suna özenip duran suya bakmak istedim. Roman karakterlerine özenerek bir şeyler yapmak aslında 17 yaşında koluma Gönülçelen alıntılı bir dövme yaptırdığımdan beri pek sevdiğim bir şey değil. Roman karakterlerine özenenlerle Amelie ve Küçük Prens üzerinden sevimli görünmeye çalışanlar kafamda biraz birleşiyor.
Ama duran suya bakmak istedim, çünkü savaştan ülkesine dönüp duran suya bakan ve '' Sıkılmıyor musun? '' diye soran Molla İbrahim'e çok şaşıran Ahmet Şabo'nun neden şaşırdığını merak etmiştim.
Seyyar satıcı olup olmadığı konusunda tam bir karara varamadığım fakat güzel köfte ekmek yaptığını tecrübeyle bildiğim satıcının önünden karnım acıkarak geçtim, petrol ofisine gelmeden motor iskelesine yakın bir yere oturdum. Su tabi ki durmuyordu, motor iskelesi ile ido'nun arasında bir yere oturmanın pek manalı bir fikir olmadığını fark ettim. Oturduğum gibi kalkarsam insanlara tuhaf görüneceğimi düşünüp ( oraya oturmak da tuhaf gerçi ) bir süre suya baktım. Durmamasına biraz sinirlendim, az ilerde solumda bir çocuk çekirdek yiyordu, kabukları akıntıyla benim önüme geliyor ve nedense orada birikiyorlardı. Çocuğa ve kabukları denize atmasına sinirlendim, çocukken böyle konularda sinir bozucu bir özenim vardı. Çocuklar yetişkinler tarafından sürekli uyarılara maruz kaldıklarından uyarabilecekleri en ufak bir durum çıktığında yetişkinleri uyarıp intikam almaya bayılırlar, ya da ben öyleydim. Ortaköy sahilinde çekirdek yiyen ve kabuklarını denize atan bir adamı uyardığımı hatırladım, kendimi de, çekirdekleri denize atan adamı da sinir bozucu buldum.
O sırada yanıma küçücük bir çingene kızı geldi, saçları kınayla kızıla boyanmıştı ve çok güzel görünüyordu gerçekten. Güzel çocukları çirkin çocuklardan daha çok severim, bu konuda posta gazetesi ile aynı fikri paylaşmıyorum ( bütün çocuklar güzeldir, gönderin hepsinin fotoğraflarını yayımlayalım köşesi ). zaten güzel çocuklar genelde çirkin yetişkinlere, çirkin çocuklar da güzellere dönüşüyorlar, bu konuda ilahi bir adalet anlayışı varken kendiminkine gerek duymuyorum. Kızla konuşmaya başladım, adı Hatice'ymiş. Ne güzel isim dedim, ne çirkin bir isim diye düşünürken. Kız aldığım kolayı içti, çantamı açtı ve bugün aldığım fondöteni çıkardı içinden, '' bu ne ? '' diye sordu bana. Fondöten'in ne olduğunu açıklamak zor olacağı için krem olduğunu söyledim. Ona sürmemi istedi, esmer yüzüne benim en açık renk fondötenimi tuhaf görünmesin diye dağıta dağıta sürdüm. Çantamı karıştırmaya devam ederken annesi çağırdı, annesine doğru koşarken yolda aniden durdu '' Ece Abla '' diye bağırdı ve elleriyle öpücük yapıp koşmaya devam etti.
İnsanın duymaktan en çok hoşlandığı şey kendi ismiymiş, ya da öyle bir şeyler okumuştum bir yerde. Zebercet gibi isimler için bu geçerli mi bilmiyorum ama benim için ismimi duymak gerçekten mutluluk verici oldu o an. Çocuğun bilinçsiz teklifsizliğinden de, teklifsizlikten rahatsız olmayan kendi bilinçli rahatlığımdan da hoşnuttum.
Kız uzaklaştı, çekirdekler gitmişti ve ben kişisel gelişim kitaplarının falan önerdiği olumlu, aydınlık şeyler düşünmeye başlamıştım ki Marlene isimli bir deniz taksisi yanımda balık tutan bir adamın oltasını kopardı, adam taksiyi tutup sarsmaya ve küfretmeye başladı. kavga izlemekten, görmekten, duymaktan nefret ederim. Kalkıp motor iskelesine yürürken bütün olumlu düşünceler uçup gitmişti. Motorda kitaba devam ettim, Ahmet Şabo da durgun suyu seyretmeyi bırakıp işe girdi, Saraybosna sokaklarında dolaştığı için yakalanıp boğdurulan akrabası Ferhat için '' Herkesin başına gelen felaket yüzünden böylesine acı çekmeye kalkacak olursak, sonumuz neye varır ? '' dedi Tiyana'ya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder