1 Mayıs 2014 Perşembe

amerika

yozlaşmışlığın belli bir noktaya kadar beni büyülediğini itiraf etmek gerek. dünyayı, ahlakı, vicdanı ve kendi ruhunu dahi umursamadan yoluna devam edebilmekte, önüne çıkanları yıkarak, ezerek geçebilmekte bana mistik gelen bir cesaret var. distopyalardan bu kadar etkilenmemde de, onları aynı cesaretin kurumsallaşmış ve gücünü, ürkütücülüğünü artırmış boyutları olarak görmemin payı büyük. distopya, Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sı , Bradbury'nin Fahrenheit 451'i falan benim için yozlaşmanın devlet eliyle canavarlaşmasından ibaret bir anlamda, çok derin bir uçurumdan aşağı bakmak gibi, çok çirkin, çok üzücü ve çok iğrenç bir şeyden gözlerini alamamak gibi, insanı etkiliyor.
işte Amerika, benim için bu demekti. giderken de, gittikten sonra da. ahlakın, vicdanın ve tüm diğer insani değerlerin kendi simülasyonlarına dönüştüğü, iyi niyet maskesinin altında bir iyi niyet maskesi daha ve onun altında bir tane daha bulduğunuz, delirmiş bir yer.
hayatın filmlerdeki gibi olmadığı sorunu, '' güzelliği gerçeğe kurban eden '' pek çok yönetmenin bir numaralı problemlerinden biri herhalde.
oysa gittiğim andan itibaren Amerika'da, her şey, tam anlamıyla filmlerdeki gibiydi ve şimdi saçma sapan romantik komedileri izlerken dahi, içimden '' ulan ne kadar doğru '' diyorum. bütün o banliyö temizliği, sonsuz yemyeşil çimenler, düzenli yollar, gülümseyen, gülümseyen, gülümseyen insanlar ve batılılığın, özellikle amerikalılığın getirdiği kendin de dahil herkesten çok ama çok korkuyor olmanın dayanılmaz kibarlığı.
bir restoranda kulak kabarttığım bir konuşma hatırlıyorum, iyi giyimli bir çocuk, karşısındaki televizyona bakarak, nike'ın onu neden etkilediğini anlatıyordu. Nike, güzel ayakkabılar yapan bir firma olmak haricinde, bir marka olarak, arkasında durduğu özgürlük kavramı olarak da var oluyormuş ve bu onun için çok mühimmiş. Önümdeki tabağa bakarak içimden sonsuz tekrarlarla '' buna nasıl inanabilirsin ki '' dediğimi hatırlıyorum, insan bir markanın sana '' Just do it '' diyen sloganına hakikaten, nasıl inanabilir?
sonsuz New York metrolarında, birbirine gülümseyen, inenlere öncelik tanıyan ve - tek kelime etmekten ölesiye korktuğu için biraz da - elindeki telefondan gözlerini kaldırmayan beyazları ve yine tıpkı filmlerin öğrettiği gibi, yüksek sesle, açık saçık konuşan zencileri hatırlıyorum.
ama beklentilerimi tam olarak karşılayan amerika, kaldığım süre boyunca birkaç çok güzel hafta hariç, kötü bir rüyadan fazlası olamadı. rüya diyorum, çünkü tıpkı rüyadaki gibi, karşımdaki insanla konuşurken bir türlü derdimi anlatamadığımı, onun bana önceden hazırlanmış cevaplardan başka hiçbir şey vermediğini hissettim hep. içtenliği bir türlü görememek beni onun yokluğuna ikna ediyordu, yalnızca orada da değil, bir kavram olarak.
döndükten sonra, dönmüş olma neşesinin yanında, kendimde bir çok şeyi yitirdiğimi ve bir anlamda o filmlerde gördüğüm insanlar gibi, daha az sinirli, daha az içten ve daha '' cool '' olduğumu hissettim uzun süre. lanet gibi.
bu gece, az evvel orada tanıştığım bir kadınla yaptığım bol bol '' oh great '' '' oh i would love to .. '' falan içeren konuşmanın ardından, bilgisayar masasının rahatsız koltuğunda oturup, beni bu kadar büyülemiş yozlaşmanın, sağır ve çok güzel bir kadın gibi, karşımda hiçbir şeyi anlamadan, gülümseyerek bakan mutsuzluk olduğunu düşündüm. annene bile rol yapıyor olma mutsuzluğu, nike'ı seviyor olma mutsuzluğu ve düzenli, yemyeşil çimlerin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder