27 Kasım 2012 Salı

12 Eylül 2012 Çarşamba

evde annem olmayınca, babamla ben neşeli olmaya çalışan üzgün insanlarmışız hissine kapılıyorum. sabahları, ikindi vakitleri içimi ürkeklik kaplıyor, güneşten, yaprakların gölgelerinden, serin evden sıkılıyorum, annemin uyanmakla geliveren neşesini arıyorum, onun neşesi hiç bitmiyor, benimki sanki içimden çekiliyor yalnızken. 
onun yanında, o neşeli, ben uykulu ve somurtkankenki sabahların kendiliğindenliği, düşünmeden her şeyin birbirini takip edişi ve o günlük işlerin içinde kaybolup gitme hali, tek başımayken normalde olması gerekenlerin mekanik bir tekrarı gibi görünüyor.
sanki içimde hep ama hep üzüntü var da, annemi görünce unutuyorum onu.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

dünyada yaşanabilecek en güzel şey bir yaz günü sevdiklerinle balkonda çay içmek. buna tüm kalbimle inanıyorum artık.

6 Temmuz 2012 Cuma

dorothy

ölmekten hiç bu kadar çok korkmamıştım. burada ölsem, mezarım da burada olacakmış ve yapayalnız bir mezarda sonsuza kadar öylece bekleyecekmişim hissi.
yanlış anladığımı sonradan  fark edip sevdiğim birini çok yanlış tanımış gibi üzüldüğüm bir şarkı '' all we got is the summers '' diyordu. ölürken, güzel yazları hatırlamayı hayal ediyordum ben de. akşam rüzgarlarını, işsiz güçsüzlüğü, yürüyüşleri, zamanın önemsizliğini, herkesin rahat ve neşeli oluşunu, annemin ve babamın gülüşlerini, babamın deniz kenarından toplayıp eve getirdiği taşlardan bizi hep güldüren çocukluğuyla bahsedişini. allahım, ne diyeyim şimdi? çok korkuyorum, gerçekten.

29 Haziran 2012 Cuma

to kill a mockingbird

kendi düşüncelerimi duyamadığım, hatta kendi düşüncelerim hiç var olmuyormuş gibi tuhaf bir his geliyor. içimden çıkıp olaylar, insan sesleri,sonu gelmeyen ve tanıdık olmadıkları için sevemediğim kuş sesleri arasında, günlük konuşmaların beynimdeki tekrarlarının arasında düşüncelerim ve kendiliğim sanki kaybolup gidiyor.
işe gitmeden önce sigara içip yolu ve insanları izlediğim bankta onları tekrar duyabildiğimde, herhalde burada bana tanıdık ve güvenilir gelen tek şey olmalarından sebep büyük bir huzur hissediyorum, içimizdekileri kimsenin bilememesi ne güzel, içimizde her şeyin olabilmesi ne güzel. böyle şeylere çocuklar sevinir herhalde yalnızca.
bir şeye bağlanmak istiyorum, bir insana değil yani, bir mekana, yiyeceğe, içeceğe, bir yola, duyduğum bir sese falan, ne olursa. Türkiye'deyken yalnız yaşamayı bu kadar sevebiliyor oluşumun, aynı şeyleri yiyor, yapıyor ve aynı yollardan aynı yerlere gidiyor olmamla bir ilgisi var gibi geliyor.
noodlelara bağlandım sanıyorum, ama onlar da fosforlu yeşil bezelyeleri ve milyarlarca kimyasallarıyla insana her lokmada daha da zehirlendiği hissini getiriyor biraz.
parise sürgüne gönderilen ahmet kaya'ya üzülerek, yanıma karamazov kardeşleri almadığıma hayıflanarak günler geçip gidiyor.
odada tek başımayım artık, oda arkadaşım sonradan striptizci olduğunu öğrendiğim zenci kız jamaicadan onu evlatlık alan ailenin yanına geri gidecekmiş. tek başıma olmak güzel mi bilmiyorum. hep tek başıma olduğum ve hep bunu istediğim için buradayım zaten, hala iyi mi bilmiyorum.

10 Haziran 2012 Pazar

- Doğrusunu istersen, dedi kedi, canım pek çekmiyor.
- Yanılıyorsun, dedi fare. Daha genç sayılırım ve şu son günlere kadar
çok iyi besleniyordum.

- Fakat ben de çok iyi besleniyorum, dedi kedi, hiç de intihar etmeye
niyetim yok. Anlıyorsun değil mi neden bunu olağan karşıladığımı şimdi?

- Sen onu görmedin de ondan, dedi fare.
- Ne yapıyor? diye sordu kedi.

Öğrenmek de istemiyordu doğrusu. Hava sıcaktı ve bütün tüyleri iyice
gevşemişti.

- Suyun kıyısında duruyor, dedi fare, bekliyor, saati gelince kalasın
üstüne çıkıyor ve ortasına kadar gidiyor. Bir şey görüyor.

- Pek bir şey göremez, dedi kedi. Olsa olsa bir nilüfer vardır.
- Evet, dedi fare, su yüzüne çıkmasını bekliyor öldürmek için.
- Aptalca bir şey bu, dedi kedi. Hiç ilgi çekici yanı yok.

- Saat geçince yeniden kıyıya dönüyor, diye devam etti fare, ve
fotoğrafa bakıyor.

- Hiç yemek yemiyor mu? diye sordu kedi.

- Hayır, dedi fare, gittikçe zayıflıyor ve ben de dayanamıyorum buna.
Bir gün şu koca kalasın üstünde yürürken tökezleniverecek.

- Sana ne? diye sordu kedi. Kederli olan o, sana ne oluyor?..

- Kederli değil, dedi fare, acı çekiyor. Benim de dayanamadığım bu
zaten. Bir de düşecek suya, çok eğiliyor.

- Öyleyse, dedi kedi, sana yardım edeyim, ama neden «öyleyse» dediğimi
de bilmiyorum, aslında hepsini anlamış değilim.

- Çok iyisin, dedi fare.
- Kafanı sok ağzımın içine, dedi kedi, ve bekle.
- Uzun sürer mi? diye sordu fare.

- Birinin kuyruğuma basmasını beklemek gerek, dedi kedi; hareketim çok
çabuk olmalı. Neyse, ben uzatırım kuyruğumu, sen korkma.

Fare, kedinin çenelerini araladı ve kafasını sivri dişlerin arasına
soktu. Ardından hemen çekti.

- Baksana bana, dedi, köpekbalığı yedin sen bu sabah galiba?

- Dinle beni, dedi kedi, beğenmiyorsan gidebilirsin. Ben zaten
istemeye istemeye yapıyorum şu işi. Git bak başının çaresine.

Bayağı kızmış görünüyordu.

- Alınma canım, dedi fare.

Küçük kara gözlerini yumdu ve kafasını yerleştirdi. Kedi, sivri
dişlerini yumuşak ve gri boynun üstüne usulca indirdi. Farenin bıyıklarıyla
kedininkiler birbirine karışıyordu. Tüylü kuyruğunu açtı ve kaldırımın üstüne
uzattı.

Aziz Jules yetimhanesinin on bir kör kız çocuğu şarkı söyleyerek
geliyordu.

5 Haziran 2012 Salı

kıskançlığın matematiksel duvarları

sırtımda bir kas seğiriyor. bugün wall marta giderken bindigim otobuste, hikayemi anlattigim polonyali bir kadin bana 20 dolar verdi. istemedim ama cok israr etti, its for good luck, its for good luck.. şanslilik mefhumu hakkinda dusunmedim hic, sansli bir insan miyim bilmiyorum. yerde para bulsam, baskasinin kismetidir deyip almam, sans deyince de aklima bir tek bu geliyor.alisveris arabalarini minik daglar haline getirmis üzgün obezleri gordukce godard i dusundum, burada olsa kendini begenmis cikarimlar yapardi dedim, ama bir durumdan tek bir sonuc cikmaz sevgili kibirli godard. alisveris merkezi panlarini, modernist kasa singirtilarini falan da zayif popona seyyapabilirsin yani, ben sirami onumdeki sismana verecegim, onun isi belli ki daha acele.

17 Mayıs 2012 Perşembe

muhakemetü'l lugateyn ( reversed )


Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.

Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.

Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.

5 Nisan 2012 Perşembe

bir el işi tanrısı için ağıt

birilerine anlatılan hikayelerin parçası olmak istemem. hikayeler çok abartılıyor, kendimden biliyorum. gecenin gece olduğunun bilincini istemem, çaylar, kahveler, sigaralar istemem. 
artık herhalde büyüdüm, kimseyi geri istemiyorum çünkü. ömrümün hiçbir anına geri dönesim yok, olduğumdan başka şey olasım yok. büyüyünce ne oluyor tam bilmiyorum. şimdiki aklım olsalar mı oluyor büyüyünce. şimdiki aklım olsa demedim daha. 
güneşi, baharı o kadar çok seviyorum ki...
kötü olsam, inatçı olsam ne çıkar yani? *

Kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron?

2 Mart 2012 Cuma

leblebi dense de leblebiyi anlamamak

bazı meyve veya sebzelerimiz var, bunları çok sık da tüketiyor olsam nerede ve nasıl yetiştikleri hakkında zerre kadar fikrim yok. hatta sebze, meyve veya baklagil denilen muammalar evrenine mi dahiller bunu da hiç bilemiyorum. nohut, pirinç, bulgur, makarna bunlardan birkaçı. nohutu ağaçta yetişirken hayal edemiyorum mesela, ama topraktan fışkıran nohutlar da çok saçma geliyor. peki bu nohutlar ne yapıyorlar? çiçeklerin ortalarında belirmeleri bana olası geliyor, istiridye ve inci kavramından yola çıkarak.
bugün beyaz leblebi almaya çalışırken bana '' nohut yani değil mi ? '' diye soran kıza '' ben, nohut, ben hiç bilemiyorum ya, nohut değil galiba '' gibi '' i don't speak turkish i'm really sorry'' den daha manalı olmayan bir cümle kurmamın ardından, googlea nohut yazmayı aklımın bir köşesine not ederek eve geldim. sonraki aramlarımı da pirinç, limon meyve midir, salatalık sebze midir, makarna nasıl oluyor gibi mühim hususlarda yapmayı planlıyorum. öğrendiğim bu bilgilerin hayatımın hiçbir noktasında hava atmama imkan vermeyecek olmasını doğadan kopmuş kentli insanın yalnızlığına bağlayabilirim, ama bunu tabi ki yapmıyorum, bugün Uzak çözümlemesi yaparken kusturacak kadar kentli insan denildi çünkü.
peki google olmasa ne yapardık? bunu düşünmek için beş dakikamızı ayıralım ve googleımızın değerini bilelim, langur lungur konuşmayalım lütfen. selamlar.

26 Şubat 2012 Pazar

önce müzik

sabahları uyanma müziği olarak bin yıldır kullandığım '' beyonce, lady gaga, rihanna '' üçlüsünden '' murat boz, atiye, hande yener '' üçlüsüne geçiş yaptım. şarkılara '' ınınınıınnnn ınınınınnn '' demeden, gönül rahatlığıyla eşlik edebildiğimden beri çok daha rahat uyanıyorum. dünyadaki bütün servisçiler boşuna power turk dinlemiyormuş.
bugün gülce'ye gidip yeni cami röportajıma kurgu yapacağım. kurgu aslında eğlenceli bir iş ama hep yumurta kapıya dayanınca yaptığım için gergin bir ortam oluşuyor. artık benden düzenli, dakik falan bir insan olmayacağını kabullendim ama. değilim yani öyle bir insan. kendimi bu kadar zorlamanın alemi yok. herkes bir şeylerini değiştirmek istiyor. dünyanın en akıllı, en iyi kalpli ve en güzel insanı bile değişmek istiyor. ben ne yapayım. o değişip x olacaksa ben değişsem x / 163463 falan olacağım ancak. ne lüzumu var değil mi. bu sabah   diğer günlere oranla bin kat falan neşeliyim, murat boz'un da bunda etkisi var yani. yazının olumlu ve aptal oluşunun kusuruna bakmayın. sevgiler.

22 Şubat 2012 Çarşamba

sakın sana ne deme sakın deme

bugün okuldan otobüs duraklarına doğru yürürken, güzel bir gün demiştim. eve geldiğimde hasta ve yalnız olmak, klimanın saçma sesi ve kedinin miyavlamaları ile kendini hatırlattı. hastayken annemi çok özlüyorum, insanların gülüşlerinde, konuşmalarında ondan bir şeyler görmeye başlıyorum hatta.
uyuşturucu bağımlısı bir çocukla yaptığı röportajı derste bize izleten sınıf arkadaşım '' tırnaklarını mı yiyorsun sen ? '' diye sordu çocuğa, kamera da ellerine yaklaştı, yiyormuş. meşa selimoviç, tedirgin beyaz kuşlara benzettiği elleri uzaklaşmak bilmeyen bu kameradan da görseydi dedim. çocuk, kendine güvenirmiş, arkadaşlarına sözünü dinletirmiş, çok fakirlermiş ama para önemli değilmiş, öyle imiş işte.

4 Şubat 2012 Cumartesi

tesadüf ve tevafuk

annelerinin sözünü dinlemeyenler, benim dinlediğim bütün hikayelerde mutsuz oldular. bu hikayelerin anlatılışındaki hırsı ve kurtulmuşluk sevincini görüp tiksinti duymak yetmez; ortada ürkütücü bir çoğunluk var çünkü. 
aslında hiçbir şey, anlatıldığı gibi olmamış oluyorken, hiçbir şey olduğu gibi bile olmamış oluyorken, gelecekten korkmanın ne faydası var bilmiyorum. olaylar arasındaki görünmez bağları - hani o sarmal kurgulu filmlerde, bütün hikayelerin aslında birbirine bağlanması şaşkınlığı - olurlarken görememek tamam da, olduktan sonra da her şey büyük tesadüflerden oluşuyormuş diye düşünmek ağır geliyor. ölmekten çok korkuyorum, aklıma her gün geliyor ölüm korkusu. başka bir şeyden bu kadar korksam başıma gelmezdi veya gelirdi - inanışın iki türlüsü - , ama o zaman diyebilirdim ki '' çok korktum diye böyle oldu '' . öldüğümde bunu başkaları bile diyemeyecek, değil ben. 

30 Ocak 2012 Pazartesi

snow and skies of laughter

dün müydü, eldivenimin tekini kaybedip çok üzüldüm. o olmayınca parmakları birleşik bir eldiven taktım, onunla da sigara içemedim. kar çok ama çok yağdı. yollar kapandı ve ayaklarım çok üşüdü, gece vakti odaya bembeyaz kar ışığı doldu. kar çok güzel yağdı ve ben vicdanımın sesini dinlemek bile istemedim, öyle güzel yağdı. üşüyen hiçbir yaratığı düşünmek istemedim, kendimi ve adımlarımı dikkatli dikkatli atarken gizlice kayıp düşmek isteğimi düşündüm.
dilimi çıkarmış, kafamı yukarı kaldırmış kar yakalamaya çalışarak yürürken takım elbiseli bir adama çarpacak oldum, adam gülüşünü homurtuya çevirip yürüdü gitti, ben kendi kendime güldüm, kar ses çıkaran her şeyin üstünü örttüğünden çınladı gülüşüm sokakta.
fatihte bir evde, en üst katın camından karı seyrettim, çok yorgundum ve çay içiyordum, oda bir deniz mağarası gibi ferahlık veriyordu. sabah, ezanı beklerken yeni caminin kapısında titriyordum, hayatımda ilk defa kapalıydı, ilk defa kimse uyanmıyordu, orada kalakalsak ve ezan hiç okunmasa, kimse gelmese, okula gidip kar tatilini öğrenmek gibi; ama çok soğuktu, titriyorduk, sabah olmuyor gibiydi.

6 Ocak 2012 Cuma

fincanın etrafı

Işık perdelerin örtemediği yerlerden odaya giriyor. Ambulans sesleri ve kuş sesleri var. Ambulanslar büyük şehir gürültüsünün kalbi sıkıştırması için, kuşlar sabah serinliğinin çiğ tanesi hafifliği.

İşe gitmeyenler de bazen erken uyanırlar ve mutlu mu olsunlar, mutsuz mu olsunlar bilemezler. Sabahların temiz iklimine giren insan, sevinmeli mi , üzülmeli mi? En iyisi uyumak. Zaten artık kimsenin bunları düşünmeye vakti yok. Uyanış, kendiliğindenliğinden sebep, yatağı geri dönülmez yapıyor. Aniden ve kendiliğinden uyanan insanın bir daha uyuması zordur. Uyku kokusu, bir yerlerde unutulan önemli bir şeylerin pişmanlığı gibi odayı sarmışken ‘’ ben hariç herkes bir şeyler yapıyor ‘’ diye düşündüm, ben hariç herkes hep uyanıyor, hep temiz kıyafetler, ağız şapırtılı sessiz kahvaltılar, peynirler ve domatesler, masa örtülerine gölgelerini bırakan siyah zeytinler.

Ama ben hiçbir şeyi yapmayı unutmadım ki. Yapacak çok az şey vardı ve onları da yaptım zaten. Benim uyanmama hiç gerek yoktu. İstediğim kadar uyuyabilirdim - ama istediğim kadar uyumak istemedim, her şey kaçıp gidiyordu. Ben uyurken, olanları bilemez ve değiştiremezken. Her şey gidiyor, genç olmak, aşık olmak, sokaklar, yürüyüşler, çiçeklerin renkleri, akşam çayları, kasabaların kömür kokuları gidiyor.
Annemle babam, üniversitede öğrenciyken Huzur Kıraathanesinde çay içmiş, Süleymaniye Medresesinde el ele yürümüş ve bir gün, yanlarından bir tren geçerken ilk defa öpüşmüşlerdi. Gençlikleri ve güzellikleri birbirlerine zaman hiç yokmuş gibi gülümsedikleri fotoğraflardan şimdiye yansıyordu. Ben, şimdi, hayatım boyunca hayal ettiğim kadar çok aşıktım, çok mutluydum, ama bizim yürüyüşlerimiz de, gülüşlerimiz de annem ve babamınkiler gibi geçip gidiyordu işte, yerlerine soğuk sabahlar, yorgunluklar, iç sıkılmaları...