şimdi bir kanal gördüm. avrupada' ki kanallar gibi değil elbette, çirkin, pis, içinde çöplerin yüzdüğü bir tane. hava soğuktu, bir yeşil kıyafetli adam da kanaldaki suları elindeki paspasla temizlemeye uğraşıyordu, olmayacak bir iş.
adama çok üzüldüm, yaptığı işi kendi de saçma buluyor olmalıydı, ama belediyede görevliydi, ayakları üşüyor olmalıydı suların içinde ve bir yere varamayacağını ben bile görebiliyordum, köprünün üzerinden bakarken. fakat çok güzel görünüyordu, görüntünün güzelliğini nasıl anlatsam bilemiyorum, çöplerin yüzdüğü bir kanalın yanında dış cephesi boyanan bir apartman vardı, apartmanın ilk katının balkonunda çok yaşlı bir kadın havlıyor ve el çırpıyordu, hava gri ama temiz, yoldan arabalar geçiyor ve adam fosforlu yeşillerle kanalın içinde çok yalnız ve anlamsız duruyordu, şehirleşmeyi becerememiş , hayatı anlayamamış olmanın ve manasızlığın görüntüsü gibiydi benim için.
fosforlu renkler hep belediye çalışanları için , görmek istemediğimiz insanları görünür kılmak için biraz fosfor. otoban ortası çiçeklerine, kırık kaldırım taşlarına ve tekrar tekrar asfalt dökülen yollara, sökülen arnavut kaldırımlarına biraz.
fotoğrafını çekeyim diye düşününce, kendi kendime görmezlikten gelişime kızdığımdan daha çok kızmaya başladım. benim için güzel bir görüntü olarak var olan insanın bir hayatı, işi, gücü, sıkıntılı bir evi, üşüyen ayak parmakları ve bütün diğer vicdani klişeler.
iklimler filminde, ana karakterin kars'ta fotoğraf çekmek için model olarak kullandığı gencin '' abi benim hiç fotoğrafım yok, adresimi yazsam bunu bana yollar mısın ? '' sorusuna yollarım deyip, adresi buruşturup atışı geldi aklıma. o fotoğrafı göndermemesine, başka bir çok şeye üzülürken belli belirsiz anımsayarak, hala üzülüyorum. göndermiş olsaydı da sevmeyecektim ama onu, çünkü göndermiş olmanın da çirkin bir üstünlüğü var, bu işin pek yolu yok. ben elime bir paspas alıp o adama o anlamsız işi yaparken yardım etsem de sevmeyeceğim kendimi, etmesem de. dünyayı vicdan üstüne kurmadıkça içim rahat etmeyecek, ama üstüne kurulduğu vicdanın sahiplerinin üstünlüğünü de sevmeyeceğim. '' Haydi yolları hep beraber yapalım, çiçekleri hep beraber dikelim, çünkü çiçekleri biz de seviyoruz, yollardan biz de geçiyoruz '' diyen dillerin yalancılığını, o fiziksel çalışma yorgunluğunun gönül rahatlığını, '' eşitmiş gibi '' davranıyor olmanın vicdan rahatlığını sevmeyeceğim, fosforlardan ve pis kanallardan daha gerçek değil ki.
23 Aralık 2013 Pazartesi
13 Aralık 2013 Cuma
bu hafta
bu hafta şu an tam hatırlayamadığım bir günden itibaren çok az param vardı. bu yüzden üç paket makarna ve üç paket makarna sosu almaya karar verdim, böylece en az altı gün boyunca yemeğe para harcamam gerekmeyecekti.
mantarlı, peynirli ve fesleğenli makarna soslarını aldım. tanesi iki buçuk liraydı, üç paket makarna da üç üç yüz.
mantarlı makarna sosu gerçek anlamda bir felaketti. makarnayı neredeyse hiç yiyemedim. bir işe yaramasını istediğim için ocaktan aldığım tencereyi getirip ayaklarımın üstüne koydum, ayaklarımı ısıtmak için makarnadan faydalandım. bu arada Asgar Fahradi'nin Geçmiş filmini ve Roy Andersson'ın İkinci Kattan Şarkılar'ını izledim. İkisi de ayrı ayrı çok güzeldi, ama burada sinema eleştirisi yapacak değilim. İran Film Haftası için Yaşar Üniversitesine gittim. Adı babamın adı olduğu için sempati duyduğum bir üniversite Yaşar Üniversitesi. Çok güzeldi, binalar, kokteyldeki punch ve salatalıklar havuçlar falan. Hiç punch içmemiştim, herhalde İranlılar geliyor diye içki servis etmeyi uygun bulmamışlar. Film haftasındaki filmler uyduruktu, bir tane güzel varmış onu da ben kaçırmışım. İran kültür ataşesi '' İran , islam devrimi sayesinde dünyaya ahlaksızlık yapmadan da film çekilebileceğini gösterdi. '' dedi. böyle söylemesine sinirlendim çünkü durum kesinlikle bu değil. İran'da film çekmek çok zor, hele biraz bile olsa rejimi eleştiren bir film çekmek imkansız neredeyse. Ama oradaki İranlıların çoğu bir çeşit Stepford Wife tribiyle '' aman da özgürlükçü rejimimiz sinemayı nasıl da geliştirdi '' deyip duruyorlardı. Sonra çok sinirli görünümlü bir çocuk kokteylin ortasında bağırarak dedi ki '' İran sineması sadece bu suya sabuna dokunmayan filmler değil, Cafar Panahi çektiği filmler yüzünden senelerce hapis yattı, şimdi de ülke dışına çıkması yasak. '' Sonra bakkal amca tipli kültür ataşesi uzun ve saçma bir cevap verdi, dinlemedim, bir bardak daha punch içtim ve tarifini öğrendim, yapacakmışım gibi.
Neyse, ertesi gün tekrar film haftasına gittim, bu sefer Senaryo Yazım Teknikleri öğretmenim Sabire Hocanın yeğeni Selin de oradaydı. Selin altı dil biliyor, liseyi almanya, fransa ve ispanya'da okumuştu galiba, üniversiteyi de Fransa'da bitirmiş ve şimdi yüksek lisans yapıyor yine orda, ayrıca Fransız ulusal kanalında işe başlayacakmış döndüğünde. Ayrıca çok güzel, kibar, iyi kalpli ve nazik bir kız. Bazı kızlar gerçekten böyle oluyor, yani hayat onlara her şeyi, bütün o düzenli odaları, temiz kıyafet ve pahalı parfüm kokularını, fönlü saçları ve okul hayatındaki inanılmaz başarıları vermiş oluyor ve şımarmıyorlar da. Hayatım düzenli odası ve başarılı bir eğitim hayatı olan kızlara özenmekle geçti, onların kullandığı parfümleri kullanıp giydiklerine benzer şeyler giyersem onlar gibi olabileceğimi düşünürdüm ortaokuldayken. Ama olmadı, olmuyor. Düşününce, sihirli bir değnek olsa ve o kızlardan birinin hayatı, odası , her şeyi tam olarak benim olsa bile, odayı kirletirim, dersleri batırırım ve hayatı berbat ederim muhtemelen. Neyse, Selin bana dedi ki buluşalım, ben Fransa'ya dönmeden takılalım falan filan. Hemen olur dedim ama telefon numaramı istemesin ya da kendininkini vermesin diye dua ettim içimden. Çünkü ne olursa olsun az tanıdığım biriyle görüşmek istemiyorum. Her şey çok gergin oluyor ve o şöyle desem ne düşünür, böyle dediğimde yanlış anlar mı gerginliklerine tahammül edemiyorum. Daha önce nasıl arkadaş edindiğimi hatırlamakta zorlanıyorum, üniversite arkadaşlarım hep etrafta gibiydiler ve her şey kendiliğinden gelişti sanki. Arkadaşlık böyle olmalı bence, arkadaş olalım diye düşünmeden arkadaş olmalıyız yani.
Filmler bitince eve döndüm, ikinci paket makarna sosumla makarna yaptım. Ya da o gün eve dönmemiş miydim, gülcelerde kaldığım gün müydü? şu an tam anımsayamıyorum. ama eve döndüğüm ve makarna yaptığım bir gün oldu, siz buna odaklanın. makarna sosum peynirliydi ve çok güzeldi, pişirirken biraz yedim. Ama tabağı doldururken makarnanın içinde kendi saçımı gördüm, saç çıkan yiyecekler bazen beni çok ama çok tiksindirir, bazen de eğer kendi saçımsa, çıkarır ve saçın olduğu kısmı çöpe atar ve yiyebilirim. ama o gün çok ama çok tiksindiğim bir ana denk geldi ve bütün makarnayı çöpe atmak zorunda kaldım. üstüne de bir bardak soğuk su içtim, açlığım geçsin diye. Bridget jones'un günlüğünü izlemeye karar verdim, evde uzun süre kaldığımda romantik komedi izleyerek her şeyi düzeltebileceğimi düşünmeye başlarım. Bridget jones filmde çok yemek yediği için bisküvi ve çikolata almaya bakkala gittim, giderken yanıma anahtar olarak Amerika'dayken kaldığım hosteldeki dolabımın anahtarlarını almışım, iki sene öncesinin yazından bahsediyorum burada. Yaptığım salaklığa fazla üzülmedim, çünkü bakkalımla aram çok iyi ve ona anahtar bırakmıştım. Çikolataları alınca eve gelip Bridget Jones izledim. üstümde teyzemin aldığı ayıcıklı polar pijamalarım vardı ve kareli battaniyenin altında romantik komedi izlerken çikolata yiyordum. iğrenç bir klişeyim diye düşündüm ama bunu fazla takmadım. Bridget Jones bitip hayatımı değiştirmeyince bir romantik komedi daha izlemeye karar verdim, daha önce bir yerlerden duyduğum Forgetting Sarah Marshall'ı izlemeye başladım. Sarah Marshall'ı oynayan kadını çirkin buldum, ama Mina Kulis çok güzeldi.
film saçmaydı elbette ama beni düşündürdü. her şeyi unutup durduğumu ve bunun iyi olamayacağını düşündüm. ama bir şeyi hatırlamak da o kadar iyi değildi. anın içinde olmanın güzel olduğuna karar verdim, ama şu an içinde olduğum anları ilerde unutsam da çok bir anlamı olmaz gibi görünüyor. ne depresifim, ne aşırı mutluyum ne de inanılmaz eğlenceli şeylerle uğraşıyorum. gene de genel olarak bir yerden ya da bir zaman diliminden uzaklaştığımda aklımda belli kokuların, belli bir atmosferin kalmasını ve onu özlemle anmayı seviyorum. bu yazıyı bu yüzden yazdım, makarnaları ve polar pijamaları o bir gün okurken yediklerim ve giydiklerimle özleyebilmek için.
şimdi fesleğenli makarna sosumla Nehir Ece'nin evine gideceğim. son denememde başarıya ulaşacağımı ümit ediyorum.
mantarlı, peynirli ve fesleğenli makarna soslarını aldım. tanesi iki buçuk liraydı, üç paket makarna da üç üç yüz.
mantarlı makarna sosu gerçek anlamda bir felaketti. makarnayı neredeyse hiç yiyemedim. bir işe yaramasını istediğim için ocaktan aldığım tencereyi getirip ayaklarımın üstüne koydum, ayaklarımı ısıtmak için makarnadan faydalandım. bu arada Asgar Fahradi'nin Geçmiş filmini ve Roy Andersson'ın İkinci Kattan Şarkılar'ını izledim. İkisi de ayrı ayrı çok güzeldi, ama burada sinema eleştirisi yapacak değilim. İran Film Haftası için Yaşar Üniversitesine gittim. Adı babamın adı olduğu için sempati duyduğum bir üniversite Yaşar Üniversitesi. Çok güzeldi, binalar, kokteyldeki punch ve salatalıklar havuçlar falan. Hiç punch içmemiştim, herhalde İranlılar geliyor diye içki servis etmeyi uygun bulmamışlar. Film haftasındaki filmler uyduruktu, bir tane güzel varmış onu da ben kaçırmışım. İran kültür ataşesi '' İran , islam devrimi sayesinde dünyaya ahlaksızlık yapmadan da film çekilebileceğini gösterdi. '' dedi. böyle söylemesine sinirlendim çünkü durum kesinlikle bu değil. İran'da film çekmek çok zor, hele biraz bile olsa rejimi eleştiren bir film çekmek imkansız neredeyse. Ama oradaki İranlıların çoğu bir çeşit Stepford Wife tribiyle '' aman da özgürlükçü rejimimiz sinemayı nasıl da geliştirdi '' deyip duruyorlardı. Sonra çok sinirli görünümlü bir çocuk kokteylin ortasında bağırarak dedi ki '' İran sineması sadece bu suya sabuna dokunmayan filmler değil, Cafar Panahi çektiği filmler yüzünden senelerce hapis yattı, şimdi de ülke dışına çıkması yasak. '' Sonra bakkal amca tipli kültür ataşesi uzun ve saçma bir cevap verdi, dinlemedim, bir bardak daha punch içtim ve tarifini öğrendim, yapacakmışım gibi.
Neyse, ertesi gün tekrar film haftasına gittim, bu sefer Senaryo Yazım Teknikleri öğretmenim Sabire Hocanın yeğeni Selin de oradaydı. Selin altı dil biliyor, liseyi almanya, fransa ve ispanya'da okumuştu galiba, üniversiteyi de Fransa'da bitirmiş ve şimdi yüksek lisans yapıyor yine orda, ayrıca Fransız ulusal kanalında işe başlayacakmış döndüğünde. Ayrıca çok güzel, kibar, iyi kalpli ve nazik bir kız. Bazı kızlar gerçekten böyle oluyor, yani hayat onlara her şeyi, bütün o düzenli odaları, temiz kıyafet ve pahalı parfüm kokularını, fönlü saçları ve okul hayatındaki inanılmaz başarıları vermiş oluyor ve şımarmıyorlar da. Hayatım düzenli odası ve başarılı bir eğitim hayatı olan kızlara özenmekle geçti, onların kullandığı parfümleri kullanıp giydiklerine benzer şeyler giyersem onlar gibi olabileceğimi düşünürdüm ortaokuldayken. Ama olmadı, olmuyor. Düşününce, sihirli bir değnek olsa ve o kızlardan birinin hayatı, odası , her şeyi tam olarak benim olsa bile, odayı kirletirim, dersleri batırırım ve hayatı berbat ederim muhtemelen. Neyse, Selin bana dedi ki buluşalım, ben Fransa'ya dönmeden takılalım falan filan. Hemen olur dedim ama telefon numaramı istemesin ya da kendininkini vermesin diye dua ettim içimden. Çünkü ne olursa olsun az tanıdığım biriyle görüşmek istemiyorum. Her şey çok gergin oluyor ve o şöyle desem ne düşünür, böyle dediğimde yanlış anlar mı gerginliklerine tahammül edemiyorum. Daha önce nasıl arkadaş edindiğimi hatırlamakta zorlanıyorum, üniversite arkadaşlarım hep etrafta gibiydiler ve her şey kendiliğinden gelişti sanki. Arkadaşlık böyle olmalı bence, arkadaş olalım diye düşünmeden arkadaş olmalıyız yani.
Filmler bitince eve döndüm, ikinci paket makarna sosumla makarna yaptım. Ya da o gün eve dönmemiş miydim, gülcelerde kaldığım gün müydü? şu an tam anımsayamıyorum. ama eve döndüğüm ve makarna yaptığım bir gün oldu, siz buna odaklanın. makarna sosum peynirliydi ve çok güzeldi, pişirirken biraz yedim. Ama tabağı doldururken makarnanın içinde kendi saçımı gördüm, saç çıkan yiyecekler bazen beni çok ama çok tiksindirir, bazen de eğer kendi saçımsa, çıkarır ve saçın olduğu kısmı çöpe atar ve yiyebilirim. ama o gün çok ama çok tiksindiğim bir ana denk geldi ve bütün makarnayı çöpe atmak zorunda kaldım. üstüne de bir bardak soğuk su içtim, açlığım geçsin diye. Bridget jones'un günlüğünü izlemeye karar verdim, evde uzun süre kaldığımda romantik komedi izleyerek her şeyi düzeltebileceğimi düşünmeye başlarım. Bridget jones filmde çok yemek yediği için bisküvi ve çikolata almaya bakkala gittim, giderken yanıma anahtar olarak Amerika'dayken kaldığım hosteldeki dolabımın anahtarlarını almışım, iki sene öncesinin yazından bahsediyorum burada. Yaptığım salaklığa fazla üzülmedim, çünkü bakkalımla aram çok iyi ve ona anahtar bırakmıştım. Çikolataları alınca eve gelip Bridget Jones izledim. üstümde teyzemin aldığı ayıcıklı polar pijamalarım vardı ve kareli battaniyenin altında romantik komedi izlerken çikolata yiyordum. iğrenç bir klişeyim diye düşündüm ama bunu fazla takmadım. Bridget Jones bitip hayatımı değiştirmeyince bir romantik komedi daha izlemeye karar verdim, daha önce bir yerlerden duyduğum Forgetting Sarah Marshall'ı izlemeye başladım. Sarah Marshall'ı oynayan kadını çirkin buldum, ama Mina Kulis çok güzeldi.
film saçmaydı elbette ama beni düşündürdü. her şeyi unutup durduğumu ve bunun iyi olamayacağını düşündüm. ama bir şeyi hatırlamak da o kadar iyi değildi. anın içinde olmanın güzel olduğuna karar verdim, ama şu an içinde olduğum anları ilerde unutsam da çok bir anlamı olmaz gibi görünüyor. ne depresifim, ne aşırı mutluyum ne de inanılmaz eğlenceli şeylerle uğraşıyorum. gene de genel olarak bir yerden ya da bir zaman diliminden uzaklaştığımda aklımda belli kokuların, belli bir atmosferin kalmasını ve onu özlemle anmayı seviyorum. bu yazıyı bu yüzden yazdım, makarnaları ve polar pijamaları o bir gün okurken yediklerim ve giydiklerimle özleyebilmek için.
şimdi fesleğenli makarna sosumla Nehir Ece'nin evine gideceğim. son denememde başarıya ulaşacağımı ümit ediyorum.
23 Kasım 2013 Cumartesi
the misfits
Burcunun evinde sigara içmek için dışarı çıkmak gerekiyor. Sigara içerken balkondan gördüğüm Kumrucumm isimli dükkan çok geç bir saate kadar açık. Çok geç saate kadar açık yerleri severim, çünkü sabahki neşelerini özellikle kış gecelerinde bıçakla kesilmiş gibi yitirmeleri çok ilginç geliyor. Sabah normal bir dükkanken gece alkolik müdavimler, mavi ışıklar falan derken az müşterili ve çirkin şarkıcılı pavyonlara dönüşüyor böyle yerler.
Neyse, geç saate kadar açık Kumrucumm'u biraz seviyorum. Biraz çünkü adının sadece Kumrucum olmaması beni iğreti ediyor. Kumruya karşı aşırı sahiplenici anaç bir tavır sergilenmiş gibi hissediyorum, gerçi kumru sevmem.
İşte sigara içerken bunları ve cam fanustaki balığın aylardır neden ters yüzdüğünü ve ölen balığına elektroşok ( bir pil ve kablolar vasıtasıyla ) uygulayan eski bir patronumu düşünüyordum. Sonra aniden altı yedi tane at gördüm. Gerçekten. Dağdan inen atlar çöp tenekesinin yanındaki çimenlere gelmiş otlanıyorlardı.
Bütün o küçük şehir normalliğinin, mahalle marketinin, balkonlarda çamaşırların ve sessizliğin içinde atlar geziniyordu, faltaşı gibi açılma imkanı olsa allahın düğme gözü gözlerimin açılacağı nokta burasıydı.
Yarım saate yakın buz gibi taşa oturup atları izledim. Bir yandan da fotoğraf makinem olsaydı diye düşünüyordum, ama fotoğrafın anlatabileceği hiçbir şey yok esasen ortada, fotoğraf gece çimlerdeki atları çekecek, benim gördüğüm bomboş otoyolun, çöp tenekelerinin, tekleyen sokak lambaların ve bütün o temiz ev hanımlarının normalliğini kıran atlar.
Sonra uyudum ve gece rüyamda atları gördüm. Aşağı inmişim, atların yanına gitmişim ama beni kovalamışlar, '' at gibi koşmak '' diye düşündüm rüyamda, at gibi koşamayacağıma kani olduğum sırada da apartman kapısına geldim, kapı bir sokak kedisinin içeri girmesiyle açıldı, ben de atlardan kaçmış oldum. Sabah Burcu'ya anlattım rüyamı, ne kadar korktuğumu. Dedi ki asıl atlar insanlardan korkuyorlarmış, yanlarına yaklaşır yaklaşmaz kaçıveriyorlarmış. Koskoca atın benden korkması beni çok üzdü. At gözüme Fareler ve İnsanlar'ın Lenny'si gibi göründü, ben de anlamadan yargılayan zalim dünya. Atlara da, Lenny'e de bir şey yapmışlığım olmadığına ve başkalarının yaptıklarını geri alamayacağıma göre, dedim ki kendi kendime, gerçekten zalim bir dünya be.
Güzel, kocaman bir atın bile yanına ürkütmeden yaklaşamıyorsam, hayvanların kitlesel hafızasında hiç yapmadıklarım yüzünden canavarlaşmışsam ve geri almanın da imkanı yoksa yani. Hakikaten zalim bir dünya. Değil mi?
4 Kasım 2013 Pazartesi
hunger games
bugün beckett, baudrillard ve biraz da grinin elli tonu okudum. grinin elli tonunun yazarını bilmiyorum, ama en çok onu okudum. yine de en çok beckett okumuş sayılırım, nitelik üzerinden nicelik değerlendirilecekse, bence.
beckett gerçek hayatta tanıma hayali kurduğum tek yazar oldu. görsem ve bütün övgü sözcükleri anlamsızlaşmış olsa ona derim ki '' naber lan manyakoğlumanyak ''. onun hakkındaki fikrim özetle bu çünkü, ama özetlemezsek aşk şiiri bile yazabilirim.
hayatımda hiç şiir yazmadım. hayır. küçükken yazmıştım. ama küçükken olanlar sayılmayacağına göre yazmadım. birisi şiir yazıyorum derse onu salak bulurum, otomatik olarak. şiiri sevmediğimden değil, genel bir salaklık ön yargım olduğundan.
ön yargı demişken, bugün facebook mesajlarımın en başına gittim. birine demişim ki, hiç tanımadığım ve bana mesaj atan birine '' ukalalık yapılacaksa ben yaparım ''. ben böyle konuşmayı amerikan filmlerinden mi öğrendim diye kendime sordum okuyunca. hakikaten de ordan öğrendim ve komik bir şey bu.
o kadar çok, o kadar çok film izledim ki. ama herkes iran sineması dedikçe, ben hala rus edebiyatı diyorum içimden. '' içimdeki rus edebiyatı aşkı bambaşka, dmitri karamazovunla gruşenkanla çook yaşa '' diye şarkı yazdım şu an. spontane şarkı yazma hususunda başarılıyımdır, bence.
spontane deyince aklıma, gülce ile gittiğimiz bir doğaçlama tiyatro oyunu geldi. tiyatrodan gerçekten nefret ederim. çocukken annemle çok tiyatroya giderdik, bir defasında bir oyunda herkese capri - sun ve çikolata dağıtacaklarını söylemişlerdi ama dağıtmamışlardı. annem bu yüzden nefret ettiğimi düşünüyor, olabilir.
neyse, gülceyle doğaçlama tiyatro oyununa gitmek zorunda kalmıştık, çünkü işte bir yardım çalışmasının grubuydu ve herkes gidiyordu falan. oyun o kadar kötü, o kadar kötüydü ki, bir süre sonra sinirden gülmeye başladık. ama bizim sinirden gülüşlerimiz diğerlerinin eğlenme gülüşlerinden daha yüksek sesliydi, zira gerçekten yüksek sesle gülen iki insanız. bizim sinirden gülmelerimiz oyuncuların hoşuna gidince, dedik ki bari gülelim. ve gülünmesi planlanmış her şeye aşırı gülmeye başladık, belki biz o kadar güldük diye diğer insanlar da daha fazla güldü, bilemiyorum.
şimdi bu yaptığımı utanarak anımsıyorum, çünkü böyle konularda katı ahlaki kurallarım vardır. an itibariyle bunun neden kötü olduğunu açıklamayı üç kere deneyip sildim. ya açıklanamayacak bir şey ya da şu an kafam pek çalışmıyor. neyse kötüydü ve ben de kötü bir insanım, yani herkes kadar kötü bir insanım ama, sanki benim kötülüğüm en ufak bir aralık bulduğu anda patlak vermeye diğer insanlarınkinden daha meyyal.
şu an neden kötü olduğunun açıklamasını buldum, çünkü o gülüş kendi aklına aşırı güvenmenin ve başkalarını aşağılıyor olmanın keyfinin gülüşüydü. ve işte benim kötülüğümün patlak verdiği yerler de hep bu aşırı güvenmeler ve keyifli aşağılamalar oluyor zaten.
istenmemiş bir şekilde bana şeytanın avukatını anımsatan şu yazımı bitireyim, ev halime geri döneyim. önümde bisküvi paketleri ve sallama çaylar duruyor şimdi. blog sekmesinin altında da behzat'ın sekseninci bölümü.
bisküvilerin varlığını hatırlayana kadar çok aç ve çaresiz bir gün geçirdim, çünkü evden çıkmayı gerçekten ama gerçekten hiç istemiyorum. ama bisküvileri bulup yemek yiyince özgüvenim yerine geldi ve bakkala gittim. demek ki yazının ana fikri aç olmak iyi değil. aç ayı oynamaz yazmıştım ama bunun çağrıştırdığı hayvan hakkı ihlalleri beni üzüyor.
beckett gerçek hayatta tanıma hayali kurduğum tek yazar oldu. görsem ve bütün övgü sözcükleri anlamsızlaşmış olsa ona derim ki '' naber lan manyakoğlumanyak ''. onun hakkındaki fikrim özetle bu çünkü, ama özetlemezsek aşk şiiri bile yazabilirim.
hayatımda hiç şiir yazmadım. hayır. küçükken yazmıştım. ama küçükken olanlar sayılmayacağına göre yazmadım. birisi şiir yazıyorum derse onu salak bulurum, otomatik olarak. şiiri sevmediğimden değil, genel bir salaklık ön yargım olduğundan.
ön yargı demişken, bugün facebook mesajlarımın en başına gittim. birine demişim ki, hiç tanımadığım ve bana mesaj atan birine '' ukalalık yapılacaksa ben yaparım ''. ben böyle konuşmayı amerikan filmlerinden mi öğrendim diye kendime sordum okuyunca. hakikaten de ordan öğrendim ve komik bir şey bu.
o kadar çok, o kadar çok film izledim ki. ama herkes iran sineması dedikçe, ben hala rus edebiyatı diyorum içimden. '' içimdeki rus edebiyatı aşkı bambaşka, dmitri karamazovunla gruşenkanla çook yaşa '' diye şarkı yazdım şu an. spontane şarkı yazma hususunda başarılıyımdır, bence.
spontane deyince aklıma, gülce ile gittiğimiz bir doğaçlama tiyatro oyunu geldi. tiyatrodan gerçekten nefret ederim. çocukken annemle çok tiyatroya giderdik, bir defasında bir oyunda herkese capri - sun ve çikolata dağıtacaklarını söylemişlerdi ama dağıtmamışlardı. annem bu yüzden nefret ettiğimi düşünüyor, olabilir.
neyse, gülceyle doğaçlama tiyatro oyununa gitmek zorunda kalmıştık, çünkü işte bir yardım çalışmasının grubuydu ve herkes gidiyordu falan. oyun o kadar kötü, o kadar kötüydü ki, bir süre sonra sinirden gülmeye başladık. ama bizim sinirden gülüşlerimiz diğerlerinin eğlenme gülüşlerinden daha yüksek sesliydi, zira gerçekten yüksek sesle gülen iki insanız. bizim sinirden gülmelerimiz oyuncuların hoşuna gidince, dedik ki bari gülelim. ve gülünmesi planlanmış her şeye aşırı gülmeye başladık, belki biz o kadar güldük diye diğer insanlar da daha fazla güldü, bilemiyorum.
şimdi bu yaptığımı utanarak anımsıyorum, çünkü böyle konularda katı ahlaki kurallarım vardır. an itibariyle bunun neden kötü olduğunu açıklamayı üç kere deneyip sildim. ya açıklanamayacak bir şey ya da şu an kafam pek çalışmıyor. neyse kötüydü ve ben de kötü bir insanım, yani herkes kadar kötü bir insanım ama, sanki benim kötülüğüm en ufak bir aralık bulduğu anda patlak vermeye diğer insanlarınkinden daha meyyal.
şu an neden kötü olduğunun açıklamasını buldum, çünkü o gülüş kendi aklına aşırı güvenmenin ve başkalarını aşağılıyor olmanın keyfinin gülüşüydü. ve işte benim kötülüğümün patlak verdiği yerler de hep bu aşırı güvenmeler ve keyifli aşağılamalar oluyor zaten.
istenmemiş bir şekilde bana şeytanın avukatını anımsatan şu yazımı bitireyim, ev halime geri döneyim. önümde bisküvi paketleri ve sallama çaylar duruyor şimdi. blog sekmesinin altında da behzat'ın sekseninci bölümü.
bisküvilerin varlığını hatırlayana kadar çok aç ve çaresiz bir gün geçirdim, çünkü evden çıkmayı gerçekten ama gerçekten hiç istemiyorum. ama bisküvileri bulup yemek yiyince özgüvenim yerine geldi ve bakkala gittim. demek ki yazının ana fikri aç olmak iyi değil. aç ayı oynamaz yazmıştım ama bunun çağrıştırdığı hayvan hakkı ihlalleri beni üzüyor.
26 Ekim 2013 Cumartesi
federico aşırı saçma bir isim.
tam içimden geçeni yapacak olsam, şöyle güzel bir aşk romanı yazmak isterim. kötü görünümlü iyi adamlı ve iyi kadınlı, klişenin de ötesinde bir şey. öyle kitapları çok severim, iyi yazılmış olanlarını özellikle. örnek veriyorum jane austen, emily bronte. tüm öğrencilerin anladığını düşünüyorum, jane austen okumadan da bloglara sarmayın yani, ayıboluyor.
kendi çapımda feminist fikirlerim var, feminizmi aptal bulmuyorum. feminizmin ismi üzerinden yürütülen tartışmalara girmek istemiyorum. bunu hiç istemiyorum gerçekten de.
neyse, feminist fikirlerim var, fakat işte kötü görünümlü iyi adamları ve iyi kadınları olan aşk romanlarını çok severim. elimde olsa birinin içine girer orada yaşardım, o kadar severim.
25 yaşımdayım, hayattaki en büyük arzumu düşündüm geçen gün, hala vampir olmak. bunun haricindekiler o kadar büyük arzular değil. küçük vampir serisi kafamı yakmış zamanında gerçekten.
tam içimden geçen demişken, tam içimden geçeni pek yapmıyorum. tam içimden geçen genelde saçma sapan vampir kitapları okumak, boğuluncaya kadar mandalina ve petito yemek ve dizi izlemek. tam içimden geçeni yapınca kendimi pek sevmiyorum.
hobilerim arasında baharı yazı ve sıcak günleri ne kadar sevdiğimi söylemek ve kıştan nefret etmek var. çocukluğumdan beri çok gezmek isterdim, şimdi çok gezdim. artık daha da çok gezmek istiyorum. milli piyango ile kazı kazanı ayıramayacak cahilliğime rağmen birinden biri bana para verse çok gezerdim. ve işte diğer hayır işleri .
hobilerim arasında müzik dinlemek o kadar da yok. yeni gruplardan ve duruma uygun şarkılardan ve bunun üzerinden insan değerlendirmesi yapmaktan pek anlamıyorum. herkesin bildiği ve sevdiği şeyleri seviyorum genellikle.örnek veriyorum mfö. mfö yü gerçekten çok severim, çünkü onlar hep neşeli insanlar, tıpkı benim gibi.
ilerde bohem görünümlü bir evim olsun isterim, ama o pisler gibi ışıkların üstüne örtü örtüp karanlıkta oturmak istemem. ameliyathane aydınlığında yaşamaktan hoşlanırım. çünkü pislik bir böcekle hiçbir ortak yönüm yoktur.
neyse. yazacağım güzel aşk romanında, kadın benim gibi sinirli olmasın isterim. bencil ve kendini beğenmiş de olmasın. ya da biraz kendini beğenmiş olabilir çünkü akıllı biri. fakat sinirli olmayan insanların da biraz sıkıcı olduğunu düşünüyorum. ama benim kadın karakterim sıkıcı da değilmiş. sonra adam da bilmemnerenin dükü falanmış ( tabi ki ingilterede geçiyor roman ). dük en iyi olan mıydı yoksa marki falan mıydı en iyi şu an bilemiyorum. ama adam en iyi olan şeydenmiş. kadın da o kadar iyi olmayan bir şeydenmiş ( roman feminist değil demiştim ) . neyse bunlar tanışmışlar, sonra olaylar. sonra da evleniyorlar. evlendikten sonra ne olduğunu da hiçbir kendini beğenmiş salak hayal etmemiş. çünkü bu öyle bir roman değil, evlendiklerine o kadar seviniyorsun ki evlendikten sonra ne olduğunu hayal edecek halin yok. böyle kendini beğenmiş çok bilmişlerden de nefret ederim. yok pamuk prenses yedi çocuk yapmış bulaşık yıkıyormuş, yok rapunzel kanser olmuş saçları dökülmüş. nefret ederim.
şimdi içimden geçeni yapıp bu yazıyı yayımlayayım. sonra içimden geçmeyeni yapıp kaldırayım. insan kendisiyle ne çok çelişiyor, çatışıyor, hayat ne çok çelişkiler çatışmalar da demeyeceksiniz. nefret ederim.
kendi çapımda feminist fikirlerim var, feminizmi aptal bulmuyorum. feminizmin ismi üzerinden yürütülen tartışmalara girmek istemiyorum. bunu hiç istemiyorum gerçekten de.
neyse, feminist fikirlerim var, fakat işte kötü görünümlü iyi adamları ve iyi kadınları olan aşk romanlarını çok severim. elimde olsa birinin içine girer orada yaşardım, o kadar severim.
25 yaşımdayım, hayattaki en büyük arzumu düşündüm geçen gün, hala vampir olmak. bunun haricindekiler o kadar büyük arzular değil. küçük vampir serisi kafamı yakmış zamanında gerçekten.
tam içimden geçen demişken, tam içimden geçeni pek yapmıyorum. tam içimden geçen genelde saçma sapan vampir kitapları okumak, boğuluncaya kadar mandalina ve petito yemek ve dizi izlemek. tam içimden geçeni yapınca kendimi pek sevmiyorum.
hobilerim arasında baharı yazı ve sıcak günleri ne kadar sevdiğimi söylemek ve kıştan nefret etmek var. çocukluğumdan beri çok gezmek isterdim, şimdi çok gezdim. artık daha da çok gezmek istiyorum. milli piyango ile kazı kazanı ayıramayacak cahilliğime rağmen birinden biri bana para verse çok gezerdim. ve işte diğer hayır işleri .
hobilerim arasında müzik dinlemek o kadar da yok. yeni gruplardan ve duruma uygun şarkılardan ve bunun üzerinden insan değerlendirmesi yapmaktan pek anlamıyorum. herkesin bildiği ve sevdiği şeyleri seviyorum genellikle.örnek veriyorum mfö. mfö yü gerçekten çok severim, çünkü onlar hep neşeli insanlar, tıpkı benim gibi.
ilerde bohem görünümlü bir evim olsun isterim, ama o pisler gibi ışıkların üstüne örtü örtüp karanlıkta oturmak istemem. ameliyathane aydınlığında yaşamaktan hoşlanırım. çünkü pislik bir böcekle hiçbir ortak yönüm yoktur.
neyse. yazacağım güzel aşk romanında, kadın benim gibi sinirli olmasın isterim. bencil ve kendini beğenmiş de olmasın. ya da biraz kendini beğenmiş olabilir çünkü akıllı biri. fakat sinirli olmayan insanların da biraz sıkıcı olduğunu düşünüyorum. ama benim kadın karakterim sıkıcı da değilmiş. sonra adam da bilmemnerenin dükü falanmış ( tabi ki ingilterede geçiyor roman ). dük en iyi olan mıydı yoksa marki falan mıydı en iyi şu an bilemiyorum. ama adam en iyi olan şeydenmiş. kadın da o kadar iyi olmayan bir şeydenmiş ( roman feminist değil demiştim ) . neyse bunlar tanışmışlar, sonra olaylar. sonra da evleniyorlar. evlendikten sonra ne olduğunu da hiçbir kendini beğenmiş salak hayal etmemiş. çünkü bu öyle bir roman değil, evlendiklerine o kadar seviniyorsun ki evlendikten sonra ne olduğunu hayal edecek halin yok. böyle kendini beğenmiş çok bilmişlerden de nefret ederim. yok pamuk prenses yedi çocuk yapmış bulaşık yıkıyormuş, yok rapunzel kanser olmuş saçları dökülmüş. nefret ederim.
şimdi içimden geçeni yapıp bu yazıyı yayımlayayım. sonra içimden geçmeyeni yapıp kaldırayım. insan kendisiyle ne çok çelişiyor, çatışıyor, hayat ne çok çelişkiler çatışmalar da demeyeceksiniz. nefret ederim.
19 Ekim 2013 Cumartesi
an eye for optical theory
insanlara bakıp hayatlarının nasıl olduğunu hayal etme eğlencesini bilirsiniz. hani genelde arkadaşlarla yapılır, başkalarına anlatılırken de '' zeki ve yaratıcıyız , sizin gibi tabu oynamakla vakit öldürmüyoruz '' altmetninden geçilmez.
ben o işi çok yapıyorum işte, gerçekten çok. sadece insanlarla da değil, akşamları ışıkları yanan evlerle, çöpün kenarına koyulmuş ev eşyalarıyla, ucuz kıyafetlerle falan. fakat yalnızca bir noktaya, genelde kadınlıkla, sıkıntıyla ve işte bir hale fazlasıyla ait olmakla ilgili bir noktaya varıyorum. herkes mutsuz evlilikler yapmış ( mutlu evlilikler bile bana mutsuz geliyor çünkü ), herkes ankastre mutfaklara fazla takılmış, herkes aşırı temiz, diziler, salça ve soğandan mütevellit ev kokuları falan.
kadın olmakla alakalı bir sorunum olduğunu, aptal bir psikolojik değerlendirmede '' hangi hayvan olmak isterdiniz, neden ? '' sorusuna '' erkek bir çita olmak isterdim, çünkü istediğim kadar koşabilirdim ve yavrularla ilgilenmem gerekmezdi '' yazarken düşündüm. aslında sorun kadın olmakta da değil de, dışarı çıkmakta. o kadar çok evde oturan, evini saplantı haline getirmiş kadın tanıyorum ki - ve gurur duyuyorlar bununla - bir noktadan sonra temizlik saplantısı ve salça kokusu cinsiyetime tanımlanmış bir yazgı gibi görünmeye başlıyor, üstelik bütün bu sıkıntılara, tekrarlara ve monotonluğuna rağmen, yahut bunlar yüzünden diyelim, çekici bir tarafı da var.
şimdi evlensem, ki şimdi evlenebilirim eğer gerçekten istersem, bir kocam olsa ve işte sevimsiz ama bana sevimli gelen birkaç çocuk, onların başarılarıyla övünmek hayatımın odağı haline gelse ve başkalarının çocukları ne kadar başarısızsa benimkiler o kadar başarılı olsa, güzel bir mutfağım, bütün o asitli ve parçacıklı temizlik jellerim, uyumlu mobilyalarım, temizlikten ofis karaktersizliği payesine ulaşmış bir evim olsa. işte şimdi tüm bunlar olmuş olsa, ne düşünüyor olurdum? bu saatte bir dizi olur muydu, yerde bir toz zerreciği görmüş, onu elimle alıp çöpe atmış, elimi yıkamış,perdeleri örtmüş ve kocamın yanına uzanmış olur muydum?
hayat güzel bir kayboluşun içinde, amaçsızlığın kendi kendine üretip durduğu küçük amaçlar içinde, dertsiz tasasız geçip gidiverir miydi?
böyle kaybolmuş hallere kendimi koyduğumda, en çok uykuları düşünürüm. üstünde fazla düşünülmemiş bir hayatın, tavana bakılmayan, yanındakinin huzur telkin eden nefesleriyle ve koluna elini değdirdiğinde sana da bulaşıverecek gibi olan masumiyetiyle dalınan güzel uykuları.
benim uykularım güzel değil, yapmadığın şeyleri düşünmemeye çalışarak, yapamayacağını düşünmemeye çalışarak, yalnız olmayı tercih etme sebeplerini rasyonalize etmeye çalışarak dalınan uykular. benim uykularım bir şeyden kaçabilmenin uykuları.
üstüne üstlük, bir şey yaptığım da yok. hayat elimden kayıyor diye korkmaktan, çürümeye başladığımı düşünmekten ve başkaları ne yapıyor da her şey bu kadar yolunda ve olması gerektiği gibi görünüyor diye düşünmekten başka.
ben o işi çok yapıyorum işte, gerçekten çok. sadece insanlarla da değil, akşamları ışıkları yanan evlerle, çöpün kenarına koyulmuş ev eşyalarıyla, ucuz kıyafetlerle falan. fakat yalnızca bir noktaya, genelde kadınlıkla, sıkıntıyla ve işte bir hale fazlasıyla ait olmakla ilgili bir noktaya varıyorum. herkes mutsuz evlilikler yapmış ( mutlu evlilikler bile bana mutsuz geliyor çünkü ), herkes ankastre mutfaklara fazla takılmış, herkes aşırı temiz, diziler, salça ve soğandan mütevellit ev kokuları falan.
kadın olmakla alakalı bir sorunum olduğunu, aptal bir psikolojik değerlendirmede '' hangi hayvan olmak isterdiniz, neden ? '' sorusuna '' erkek bir çita olmak isterdim, çünkü istediğim kadar koşabilirdim ve yavrularla ilgilenmem gerekmezdi '' yazarken düşündüm. aslında sorun kadın olmakta da değil de, dışarı çıkmakta. o kadar çok evde oturan, evini saplantı haline getirmiş kadın tanıyorum ki - ve gurur duyuyorlar bununla - bir noktadan sonra temizlik saplantısı ve salça kokusu cinsiyetime tanımlanmış bir yazgı gibi görünmeye başlıyor, üstelik bütün bu sıkıntılara, tekrarlara ve monotonluğuna rağmen, yahut bunlar yüzünden diyelim, çekici bir tarafı da var.
şimdi evlensem, ki şimdi evlenebilirim eğer gerçekten istersem, bir kocam olsa ve işte sevimsiz ama bana sevimli gelen birkaç çocuk, onların başarılarıyla övünmek hayatımın odağı haline gelse ve başkalarının çocukları ne kadar başarısızsa benimkiler o kadar başarılı olsa, güzel bir mutfağım, bütün o asitli ve parçacıklı temizlik jellerim, uyumlu mobilyalarım, temizlikten ofis karaktersizliği payesine ulaşmış bir evim olsa. işte şimdi tüm bunlar olmuş olsa, ne düşünüyor olurdum? bu saatte bir dizi olur muydu, yerde bir toz zerreciği görmüş, onu elimle alıp çöpe atmış, elimi yıkamış,perdeleri örtmüş ve kocamın yanına uzanmış olur muydum?
hayat güzel bir kayboluşun içinde, amaçsızlığın kendi kendine üretip durduğu küçük amaçlar içinde, dertsiz tasasız geçip gidiverir miydi?
böyle kaybolmuş hallere kendimi koyduğumda, en çok uykuları düşünürüm. üstünde fazla düşünülmemiş bir hayatın, tavana bakılmayan, yanındakinin huzur telkin eden nefesleriyle ve koluna elini değdirdiğinde sana da bulaşıverecek gibi olan masumiyetiyle dalınan güzel uykuları.
benim uykularım güzel değil, yapmadığın şeyleri düşünmemeye çalışarak, yapamayacağını düşünmemeye çalışarak, yalnız olmayı tercih etme sebeplerini rasyonalize etmeye çalışarak dalınan uykular. benim uykularım bir şeyden kaçabilmenin uykuları.
üstüne üstlük, bir şey yaptığım da yok. hayat elimden kayıyor diye korkmaktan, çürümeye başladığımı düşünmekten ve başkaları ne yapıyor da her şey bu kadar yolunda ve olması gerektiği gibi görünüyor diye düşünmekten başka.
23 Eylül 2013 Pazartesi
birinin hayatının sizi sarıp sarmalayan normalliğine itimat. kahvaltılar, televizyon programları, gazeteler, tıkır tıkır işleyen saatler, ikindi uykuları.
sonra o biri, gece beş buçukta uyanıp balkonda sigara içer, her şey yeniden tanımlanır, her şey insanı üzer. şekilsiz eşofman altları, pembe genç kız perdelerinin zamansızlığı, karşı pencereden yansıyan televizyon ışığı, ikindi uykularının lüzumsuz uzayışı üzer.
magnetlerle fazla neşeli buzdolapları, televizyonun çirkin neşesi, gülümseyen gülümseyen gülümseyen fotoğraflar, yeni beyaz eşyalar, yeni çantalar, ayakkabılar. beş buçukta uyanıp düşündüğün şeyi unutturmak için.
sonra o biri, gece beş buçukta uyanıp balkonda sigara içer, her şey yeniden tanımlanır, her şey insanı üzer. şekilsiz eşofman altları, pembe genç kız perdelerinin zamansızlığı, karşı pencereden yansıyan televizyon ışığı, ikindi uykularının lüzumsuz uzayışı üzer.
magnetlerle fazla neşeli buzdolapları, televizyonun çirkin neşesi, gülümseyen gülümseyen gülümseyen fotoğraflar, yeni beyaz eşyalar, yeni çantalar, ayakkabılar. beş buçukta uyanıp düşündüğün şeyi unutturmak için.
9 Eylül 2013 Pazartesi
Brandenburg
Uyduruk yazlık televizyonundaki kanalları kullanım sıralarına göre düzenledim. Kanal D'yi unutmuşum, çocukken en sevdiğim kanaldı, çok çizgi film vardı çünkü.
Ev işlerinden anlamam, yemeğe, bulaşığa, kahvaltının hazırlanmasına falan yardım etmem, temizlik yapmam. Üstelik bir şey önüme gelmezse söylenirim. O yüzden böyle ufak tefek işler becerince kendimi işe yarar hissederim.
Lafı gelmişken teknolojiden de anlamam, yön duygum yoktur. Bu iki konuyu erkeklere bırakırım, onların göreviymiş gibi bir sorun çıkarsa çözmelerini beklerim. Herkes beni sever, sevgililerim, arkadaşlarım, akrabalarım. Sevgililerim ölür gibi sever, boğulur, kaybolur gibi. Neyi sevdiklerini kendim göremedikçe onlara sorarım. Edebi cevaplar, yollar, yıldızlar, gökyüzleri, günler.
Güneşten yanmışım, derim kızarıp kurumuş, çiller çıkmış suratımda. Kendi kendime ısı üretir gibi oturduğum yazlık ev kanepesinde, ne olacak diye düşünüp durdum. Temiz kalpler ile çok düşünen o samimiyetsizler arasında o kadar da fark yok gibi geldi. Zaten samimiyetsizler samimiyetsizi benim. Her şeyi düşünürüm. Üzülürken, çok üzülürken bile " aa çok üzülüyorum, çok üzülürken neler yapıyorum, çok üzülen diğer insanlara benzeyebiliyor muyum? " diye düşünürüm. Çünkü çok üzülen diğer insanlara benzemezsem çok üzülmüyorum demektir, ki en büyük korkum da bu tip şeyler işte, kendi robotluğumdan şüphelenir gibi dedektiflik yaparım bu yüzden.
Sözlerle, gülüşlerle, küçük, görünmez işaretlerle bir bilinmezliğin, olasılıklar fazlalığı saçmalığının içine çekildiğimi düşündüm, sanki herkesin yarın ne olacağını bilir gibi olduğu bu bomboş şehirde. Kararlılığım, tutkuyla istediğim ve kendimi onlardan mütevellit saydığım şeyler ağır ağır soldu da, içimde onlara benzeyen ama onlar olmayan, gerçeğe yakınlığıyla kibirlenen fikirler bıraktı sanki.
Ben de, sinema ve edebiyat dışında hiçbir şeyden anlamayan, onlarla da faşistlik ve ukalalık yapan biri olarak, öyle, hatta " öööyle " durdum gibi.
Ev işlerinden anlamam, yemeğe, bulaşığa, kahvaltının hazırlanmasına falan yardım etmem, temizlik yapmam. Üstelik bir şey önüme gelmezse söylenirim. O yüzden böyle ufak tefek işler becerince kendimi işe yarar hissederim.
Lafı gelmişken teknolojiden de anlamam, yön duygum yoktur. Bu iki konuyu erkeklere bırakırım, onların göreviymiş gibi bir sorun çıkarsa çözmelerini beklerim. Herkes beni sever, sevgililerim, arkadaşlarım, akrabalarım. Sevgililerim ölür gibi sever, boğulur, kaybolur gibi. Neyi sevdiklerini kendim göremedikçe onlara sorarım. Edebi cevaplar, yollar, yıldızlar, gökyüzleri, günler.
Güneşten yanmışım, derim kızarıp kurumuş, çiller çıkmış suratımda. Kendi kendime ısı üretir gibi oturduğum yazlık ev kanepesinde, ne olacak diye düşünüp durdum. Temiz kalpler ile çok düşünen o samimiyetsizler arasında o kadar da fark yok gibi geldi. Zaten samimiyetsizler samimiyetsizi benim. Her şeyi düşünürüm. Üzülürken, çok üzülürken bile " aa çok üzülüyorum, çok üzülürken neler yapıyorum, çok üzülen diğer insanlara benzeyebiliyor muyum? " diye düşünürüm. Çünkü çok üzülen diğer insanlara benzemezsem çok üzülmüyorum demektir, ki en büyük korkum da bu tip şeyler işte, kendi robotluğumdan şüphelenir gibi dedektiflik yaparım bu yüzden.
Sözlerle, gülüşlerle, küçük, görünmez işaretlerle bir bilinmezliğin, olasılıklar fazlalığı saçmalığının içine çekildiğimi düşündüm, sanki herkesin yarın ne olacağını bilir gibi olduğu bu bomboş şehirde. Kararlılığım, tutkuyla istediğim ve kendimi onlardan mütevellit saydığım şeyler ağır ağır soldu da, içimde onlara benzeyen ama onlar olmayan, gerçeğe yakınlığıyla kibirlenen fikirler bıraktı sanki.
Ben de, sinema ve edebiyat dışında hiçbir şeyden anlamayan, onlarla da faşistlik ve ukalalık yapan biri olarak, öyle, hatta " öööyle " durdum gibi.
29 Ağustos 2013 Perşembe
Şimdi, neredeyse tüm romantik komedilerde bir yumruk atma sahnesi oluyor. Erkek, o ana kadar sinirimizi bozan, muhtemelen kadını üzen fakat yine de karmaşık bir çekiciliği olan diğer erkeği, bir yumrukla yere seriyor, bizim gözümüzdeki değerini yerle bir ediyor. Böylelikle kadının seçimi de doğrulanmış oluyor, güçlü olan, eril olan seçilmiş falan filan. Böyle ucuz psikolojik çözümlemelere girip kimsenin canını sıkmayacağım, merak etmeyin.
Velakin, fiziksel güçten etkileniyorum, etkilendiğimi yirmili yaşlarımın başlarına doğru kabullendim artık, uzun ve zor bir süreç oldu, kendini kandırmalarla, ikiyüzlülükle dolu. Fiziksel güçten ve benim için onun yan anlamı olan erkek otoritesinden etkilenmeyi kabullenmenin bu kadar zor oluşunun kendine saygı duymakla, kendi kararlarını alabileceğini bilmekle ilgisi var işte, all that modern bullshit.
Fakat olmuyor, lafla peynir gemisi yürümüyor. Kimsenin otoritesini kabullenecek kadar delirmesem de görsel olarak ürkütücü adamlardan gerçekten etkileniyorum, elimde değil. Bu sorgulama işinden, aslında salak mıyım, aslında şöyle miyim, aslında böyle miyim diye kendi kendimi yemekten biraz gına geldi bana. Kendime izin vererek bir süreliğine de olsa bunları düşünmemek istiyorum artık. Salaksam salak olduğumu kabulleniyorum, ataerkilsem ataerkil olduğumu. Fakat durumlar böyle.
4 Temmuz 2013 Perşembe
Neye güldüğümü bilmiyorum
bugün, yalnız başıma saçma sapan bir filme gidip, dört senelik sinema eğitimime rağmen saçma sapan filmin '' böö '' yapan sahnelerinden birinde yerimden zıpladıktan ve kendime kızdıktan sonra istiklal'den evime dönerken füniküler sistemi kullanmaya karar verdim - bu benim için devrim niteliğinde bir olay, çocukluğumdan beri sadece beşiktaş dolmuşlarına biniyorum çünkü - ve kabataş'a geldim.
kabataş'ta Meşa Selimoviç'in Ahmet Şabo'suna özenip duran suya bakmak istedim. Roman karakterlerine özenerek bir şeyler yapmak aslında 17 yaşında koluma Gönülçelen alıntılı bir dövme yaptırdığımdan beri pek sevdiğim bir şey değil. Roman karakterlerine özenenlerle Amelie ve Küçük Prens üzerinden sevimli görünmeye çalışanlar kafamda biraz birleşiyor.
Ama duran suya bakmak istedim, çünkü savaştan ülkesine dönüp duran suya bakan ve '' Sıkılmıyor musun? '' diye soran Molla İbrahim'e çok şaşıran Ahmet Şabo'nun neden şaşırdığını merak etmiştim.
Seyyar satıcı olup olmadığı konusunda tam bir karara varamadığım fakat güzel köfte ekmek yaptığını tecrübeyle bildiğim satıcının önünden karnım acıkarak geçtim, petrol ofisine gelmeden motor iskelesine yakın bir yere oturdum. Su tabi ki durmuyordu, motor iskelesi ile ido'nun arasında bir yere oturmanın pek manalı bir fikir olmadığını fark ettim. Oturduğum gibi kalkarsam insanlara tuhaf görüneceğimi düşünüp ( oraya oturmak da tuhaf gerçi ) bir süre suya baktım. Durmamasına biraz sinirlendim, az ilerde solumda bir çocuk çekirdek yiyordu, kabukları akıntıyla benim önüme geliyor ve nedense orada birikiyorlardı. Çocuğa ve kabukları denize atmasına sinirlendim, çocukken böyle konularda sinir bozucu bir özenim vardı. Çocuklar yetişkinler tarafından sürekli uyarılara maruz kaldıklarından uyarabilecekleri en ufak bir durum çıktığında yetişkinleri uyarıp intikam almaya bayılırlar, ya da ben öyleydim. Ortaköy sahilinde çekirdek yiyen ve kabuklarını denize atan bir adamı uyardığımı hatırladım, kendimi de, çekirdekleri denize atan adamı da sinir bozucu buldum.
O sırada yanıma küçücük bir çingene kızı geldi, saçları kınayla kızıla boyanmıştı ve çok güzel görünüyordu gerçekten. Güzel çocukları çirkin çocuklardan daha çok severim, bu konuda posta gazetesi ile aynı fikri paylaşmıyorum ( bütün çocuklar güzeldir, gönderin hepsinin fotoğraflarını yayımlayalım köşesi ). zaten güzel çocuklar genelde çirkin yetişkinlere, çirkin çocuklar da güzellere dönüşüyorlar, bu konuda ilahi bir adalet anlayışı varken kendiminkine gerek duymuyorum. Kızla konuşmaya başladım, adı Hatice'ymiş. Ne güzel isim dedim, ne çirkin bir isim diye düşünürken. Kız aldığım kolayı içti, çantamı açtı ve bugün aldığım fondöteni çıkardı içinden, '' bu ne ? '' diye sordu bana. Fondöten'in ne olduğunu açıklamak zor olacağı için krem olduğunu söyledim. Ona sürmemi istedi, esmer yüzüne benim en açık renk fondötenimi tuhaf görünmesin diye dağıta dağıta sürdüm. Çantamı karıştırmaya devam ederken annesi çağırdı, annesine doğru koşarken yolda aniden durdu '' Ece Abla '' diye bağırdı ve elleriyle öpücük yapıp koşmaya devam etti.
İnsanın duymaktan en çok hoşlandığı şey kendi ismiymiş, ya da öyle bir şeyler okumuştum bir yerde. Zebercet gibi isimler için bu geçerli mi bilmiyorum ama benim için ismimi duymak gerçekten mutluluk verici oldu o an. Çocuğun bilinçsiz teklifsizliğinden de, teklifsizlikten rahatsız olmayan kendi bilinçli rahatlığımdan da hoşnuttum.
Kız uzaklaştı, çekirdekler gitmişti ve ben kişisel gelişim kitaplarının falan önerdiği olumlu, aydınlık şeyler düşünmeye başlamıştım ki Marlene isimli bir deniz taksisi yanımda balık tutan bir adamın oltasını kopardı, adam taksiyi tutup sarsmaya ve küfretmeye başladı. kavga izlemekten, görmekten, duymaktan nefret ederim. Kalkıp motor iskelesine yürürken bütün olumlu düşünceler uçup gitmişti. Motorda kitaba devam ettim, Ahmet Şabo da durgun suyu seyretmeyi bırakıp işe girdi, Saraybosna sokaklarında dolaştığı için yakalanıp boğdurulan akrabası Ferhat için '' Herkesin başına gelen felaket yüzünden böylesine acı çekmeye kalkacak olursak, sonumuz neye varır ? '' dedi Tiyana'ya.
İnsanlar ne kadar da mutsuzlar, Tanrım.
kabataş'ta Meşa Selimoviç'in Ahmet Şabo'suna özenip duran suya bakmak istedim. Roman karakterlerine özenerek bir şeyler yapmak aslında 17 yaşında koluma Gönülçelen alıntılı bir dövme yaptırdığımdan beri pek sevdiğim bir şey değil. Roman karakterlerine özenenlerle Amelie ve Küçük Prens üzerinden sevimli görünmeye çalışanlar kafamda biraz birleşiyor.
Ama duran suya bakmak istedim, çünkü savaştan ülkesine dönüp duran suya bakan ve '' Sıkılmıyor musun? '' diye soran Molla İbrahim'e çok şaşıran Ahmet Şabo'nun neden şaşırdığını merak etmiştim.
Seyyar satıcı olup olmadığı konusunda tam bir karara varamadığım fakat güzel köfte ekmek yaptığını tecrübeyle bildiğim satıcının önünden karnım acıkarak geçtim, petrol ofisine gelmeden motor iskelesine yakın bir yere oturdum. Su tabi ki durmuyordu, motor iskelesi ile ido'nun arasında bir yere oturmanın pek manalı bir fikir olmadığını fark ettim. Oturduğum gibi kalkarsam insanlara tuhaf görüneceğimi düşünüp ( oraya oturmak da tuhaf gerçi ) bir süre suya baktım. Durmamasına biraz sinirlendim, az ilerde solumda bir çocuk çekirdek yiyordu, kabukları akıntıyla benim önüme geliyor ve nedense orada birikiyorlardı. Çocuğa ve kabukları denize atmasına sinirlendim, çocukken böyle konularda sinir bozucu bir özenim vardı. Çocuklar yetişkinler tarafından sürekli uyarılara maruz kaldıklarından uyarabilecekleri en ufak bir durum çıktığında yetişkinleri uyarıp intikam almaya bayılırlar, ya da ben öyleydim. Ortaköy sahilinde çekirdek yiyen ve kabuklarını denize atan bir adamı uyardığımı hatırladım, kendimi de, çekirdekleri denize atan adamı da sinir bozucu buldum.
O sırada yanıma küçücük bir çingene kızı geldi, saçları kınayla kızıla boyanmıştı ve çok güzel görünüyordu gerçekten. Güzel çocukları çirkin çocuklardan daha çok severim, bu konuda posta gazetesi ile aynı fikri paylaşmıyorum ( bütün çocuklar güzeldir, gönderin hepsinin fotoğraflarını yayımlayalım köşesi ). zaten güzel çocuklar genelde çirkin yetişkinlere, çirkin çocuklar da güzellere dönüşüyorlar, bu konuda ilahi bir adalet anlayışı varken kendiminkine gerek duymuyorum. Kızla konuşmaya başladım, adı Hatice'ymiş. Ne güzel isim dedim, ne çirkin bir isim diye düşünürken. Kız aldığım kolayı içti, çantamı açtı ve bugün aldığım fondöteni çıkardı içinden, '' bu ne ? '' diye sordu bana. Fondöten'in ne olduğunu açıklamak zor olacağı için krem olduğunu söyledim. Ona sürmemi istedi, esmer yüzüne benim en açık renk fondötenimi tuhaf görünmesin diye dağıta dağıta sürdüm. Çantamı karıştırmaya devam ederken annesi çağırdı, annesine doğru koşarken yolda aniden durdu '' Ece Abla '' diye bağırdı ve elleriyle öpücük yapıp koşmaya devam etti.
İnsanın duymaktan en çok hoşlandığı şey kendi ismiymiş, ya da öyle bir şeyler okumuştum bir yerde. Zebercet gibi isimler için bu geçerli mi bilmiyorum ama benim için ismimi duymak gerçekten mutluluk verici oldu o an. Çocuğun bilinçsiz teklifsizliğinden de, teklifsizlikten rahatsız olmayan kendi bilinçli rahatlığımdan da hoşnuttum.
Kız uzaklaştı, çekirdekler gitmişti ve ben kişisel gelişim kitaplarının falan önerdiği olumlu, aydınlık şeyler düşünmeye başlamıştım ki Marlene isimli bir deniz taksisi yanımda balık tutan bir adamın oltasını kopardı, adam taksiyi tutup sarsmaya ve küfretmeye başladı. kavga izlemekten, görmekten, duymaktan nefret ederim. Kalkıp motor iskelesine yürürken bütün olumlu düşünceler uçup gitmişti. Motorda kitaba devam ettim, Ahmet Şabo da durgun suyu seyretmeyi bırakıp işe girdi, Saraybosna sokaklarında dolaştığı için yakalanıp boğdurulan akrabası Ferhat için '' Herkesin başına gelen felaket yüzünden böylesine acı çekmeye kalkacak olursak, sonumuz neye varır ? '' dedi Tiyana'ya.
8 Haziran 2013 Cumartesi
hatay metrosunun inşaatı tamamlandı, dünyanın sonu da geldi.
ne yaptığımı bilmiyorum, gerçekten. olayların, insanların arasında, karmaşanın arasında sürüklenip gidiyor gibi hissederek, hep bir şey olsun, net ve kesin bir şey ve dünyam aydınlansın istiyorum.
gelişim psikolojisi, bireyin ergenlik döneminde aile ile çatışması gerektiğini söylüyor, yoksa fena. kendi kendime diyorum ki, ben çatıştım, o kadar çok çatıştım ki hem de, ailemle, arkadaşlarımla, kendimle ve neyle çatıştığımı bile bilmeden her şeyle. üzgün ve mutsuz ve sinirli olduğumu o kadar çok söyledim, söylemediğimde bir şekilde gösterdim, bütün o ergenlik klişelerini istisnasız yaşadım diyorum.
şimdi ise, o kadar çok üzüldüğüm ve üzdüğüm için pişmanlık duyduğumdan mı bilmiyorum, ama üzüntü bahsi açılınca birkaç manevra yapıp konuyu değiştiriveriyor gibiyim. üzülemediğim için de işte veya düşünmediğim için pek, ne yaptığımı gerçekten anlayamıyorum. olayların dışardan bakınca nasıl göründüğünü bilemiyorum, sonuçları kestiremiyorum. kendinden emin, gururlu ve ukala konuşmalar yapıyorum, zihnim tamamen açık ve yapacaklarım çok netmiş gibi. fakat hiçbir şey olmuyor, konuşan da, sürüklenip giden ve ne yapacağını bilemeden mucize bekleyen de benim.
izmir'den ayrılmama birkaç ay kaldı, tam süresini hesaplayıp daha da gerilmek istemediğim için düşünmüyorum bunu. her şeyi özleyeceğimi, buradan gidince hayatın bir şekilde boğucu ve monoton hissettireceğini, şimdi kendiliğindenmişcesine içinde hissettiğim arkadaşlıkların, içine girdiğimde hep bir şeyin parçasıymış, büyük ve neşeli bir aileymiş gibi hissettiğim okulumun, sevdiğim sokakların, kafelerin, kordonda upuzun ve anlamsız yürüyüşlerin İstanbul'da beni beklemediğini biliyorum.
son yılda ve özellikle şu son birkaç ayda kapıldığım o her şeyin elimden kayıp gittiği hissi, giderek daha baskın olmaya başlıyor. sokağa çıkmak istiyorum, arkadaşlarımı, sevgilimi, sokakları biraz daha görmek, biraz daha okula gitmek, biraz daha yürümek ve mümkün olsa hiç uyumamak. ve tüm bu isteklere, içimdeki yıkıcı boyutlara varmış denilebilecek coşkuya rağmen evde kalakalıyorum çoğu kez, internetten yemek sipariş etmek için gereken sosyal cesareti bile bulamadan, bırak dışarı çıkmayı. pişmanlıktan çok korkuyorum. pişmanlıktan değil de galiba en çok, geri dönülmezlikten. insanlarla da, hayatımla da geri dönülmez bir noktaya gelmekten ve iç çekip ölüvermekten. baş edemediğim öfkemle insanları bir gün usandıracağımı, sevdiklerimin beni dönüşsüz bir boğulmayla silivereceğini akıllarından ve tembelliğimle hiçbir şey yapamadan yaşlanıvereceğimi, çocuk seslerinin duyulduğu fakir bir semtte kararmış demlikte çay yaparken kendime, artık neredeyse öleceğimi fark ettiğim o anı düşünüyorum. korkuyorum, hiçbir şey yapmıyorum ve yapmadıkça daha çok korkuyorum. allahım.
gelişim psikolojisi, bireyin ergenlik döneminde aile ile çatışması gerektiğini söylüyor, yoksa fena. kendi kendime diyorum ki, ben çatıştım, o kadar çok çatıştım ki hem de, ailemle, arkadaşlarımla, kendimle ve neyle çatıştığımı bile bilmeden her şeyle. üzgün ve mutsuz ve sinirli olduğumu o kadar çok söyledim, söylemediğimde bir şekilde gösterdim, bütün o ergenlik klişelerini istisnasız yaşadım diyorum.
şimdi ise, o kadar çok üzüldüğüm ve üzdüğüm için pişmanlık duyduğumdan mı bilmiyorum, ama üzüntü bahsi açılınca birkaç manevra yapıp konuyu değiştiriveriyor gibiyim. üzülemediğim için de işte veya düşünmediğim için pek, ne yaptığımı gerçekten anlayamıyorum. olayların dışardan bakınca nasıl göründüğünü bilemiyorum, sonuçları kestiremiyorum. kendinden emin, gururlu ve ukala konuşmalar yapıyorum, zihnim tamamen açık ve yapacaklarım çok netmiş gibi. fakat hiçbir şey olmuyor, konuşan da, sürüklenip giden ve ne yapacağını bilemeden mucize bekleyen de benim.
izmir'den ayrılmama birkaç ay kaldı, tam süresini hesaplayıp daha da gerilmek istemediğim için düşünmüyorum bunu. her şeyi özleyeceğimi, buradan gidince hayatın bir şekilde boğucu ve monoton hissettireceğini, şimdi kendiliğindenmişcesine içinde hissettiğim arkadaşlıkların, içine girdiğimde hep bir şeyin parçasıymış, büyük ve neşeli bir aileymiş gibi hissettiğim okulumun, sevdiğim sokakların, kafelerin, kordonda upuzun ve anlamsız yürüyüşlerin İstanbul'da beni beklemediğini biliyorum.
son yılda ve özellikle şu son birkaç ayda kapıldığım o her şeyin elimden kayıp gittiği hissi, giderek daha baskın olmaya başlıyor. sokağa çıkmak istiyorum, arkadaşlarımı, sevgilimi, sokakları biraz daha görmek, biraz daha okula gitmek, biraz daha yürümek ve mümkün olsa hiç uyumamak. ve tüm bu isteklere, içimdeki yıkıcı boyutlara varmış denilebilecek coşkuya rağmen evde kalakalıyorum çoğu kez, internetten yemek sipariş etmek için gereken sosyal cesareti bile bulamadan, bırak dışarı çıkmayı. pişmanlıktan çok korkuyorum. pişmanlıktan değil de galiba en çok, geri dönülmezlikten. insanlarla da, hayatımla da geri dönülmez bir noktaya gelmekten ve iç çekip ölüvermekten. baş edemediğim öfkemle insanları bir gün usandıracağımı, sevdiklerimin beni dönüşsüz bir boğulmayla silivereceğini akıllarından ve tembelliğimle hiçbir şey yapamadan yaşlanıvereceğimi, çocuk seslerinin duyulduğu fakir bir semtte kararmış demlikte çay yaparken kendime, artık neredeyse öleceğimi fark ettiğim o anı düşünüyorum. korkuyorum, hiçbir şey yapmıyorum ve yapmadıkça daha çok korkuyorum. allahım.
14 Mayıs 2013 Salı
advers
bir bahar gününü sevmeyi bilmiyorsan bir insanı nasıl seveceksin? ben - ki bahar günlerini manyakça severken dahi - sevememiş miyim hiç aslında diyorum kendime, üzülmemişim, ağlamamışım, dimdik ayakta, anneannemin istediği, annemin öğütlediği gibi, allahın belası feministler gibi durmuşum hep.
mutsuz olmam yasak gibi bir şey hissediyorum bazen, mutsuz olmak yasakmış gibi ya da, bizim ailede. sanki daha gençken mutsuz olma haklarımın hepsini mario'nun canları gibi tükettim de şimdi sadece altın toplayıp oyuna devam etmem lazımmış gibi bir his.
hastaydım iki gündür, kustum, kustum, en son bu gece yediğim portakalı. kusarken sifona dayadığım elimin mavi ojelerine baktım, sağlıklı olmak gibi bir netliği vardı rengin, temiz bir netlik, tozsuz, mikropsuz. öyle temiz şeyler çok hoşuma gidiyor. bir şeyin net oluşu çok hoşuma gidiyor, öbür türlüsü bana biraz anlaşılmaz geliyor, anlamadıkça sıkılıyorum.
galiba mide bulantısı ve ateş beni daha dürüst bir insan yapıyor, daha üzgün.
mutsuz olmam yasak gibi bir şey hissediyorum bazen, mutsuz olmak yasakmış gibi ya da, bizim ailede. sanki daha gençken mutsuz olma haklarımın hepsini mario'nun canları gibi tükettim de şimdi sadece altın toplayıp oyuna devam etmem lazımmış gibi bir his.
hastaydım iki gündür, kustum, kustum, en son bu gece yediğim portakalı. kusarken sifona dayadığım elimin mavi ojelerine baktım, sağlıklı olmak gibi bir netliği vardı rengin, temiz bir netlik, tozsuz, mikropsuz. öyle temiz şeyler çok hoşuma gidiyor. bir şeyin net oluşu çok hoşuma gidiyor, öbür türlüsü bana biraz anlaşılmaz geliyor, anlamadıkça sıkılıyorum.
galiba mide bulantısı ve ateş beni daha dürüst bir insan yapıyor, daha üzgün.
2 Mayıs 2013 Perşembe
Poor traits
Bazen insanların hayatlarından nasıl şikayetçi olmadıklarını gerçekten anlayamıyorum. Kendimi onların yerine koyduğumda sadece her gün ağlama krizleri, kafamı duvarlara vurmalar ve saçlarımı yolmalar görebildiğim bir hayatı sıfır şikayetle geçiriyorlar, yalnızca nasılsın sorusuna verilen o saat tıkırtısı iç sıkıcısı cevap " ne olsun işte, hep aynı " ardından iç çekiş ve şikayet faslı bitiveriyor. Kimse o hep aynı hayat için söylenmemişse, mızmızlanmamışsa belki aslında öyle değildir, her şey görecelidir, hayat zevkler ve renkler yahut zevksizlikler ve renksizliklerdir diyorum, ama ben kendi kendimi başkaları için bile avutamıyorum. Sıkılan insanlar ne yapmalı? Faşizan şeylet geliyor aklıma. Karşımda bir kız gerçekten mazeretim var şarkısındaki " mazeretim var, asabiyim ben " kısmını sorguladı şimdi. Mazeret değilmiş asabiyet, haberiniz ola.
İzmiri seviyorum ve çok özleyeceğim. Bu duruma galiba hayatım boyunca surat asacağım ve lisede yaz tatilinde almanyaya gidip dört yıl boyunca " almanyada şöyleydi, almanyada biz şöyle yapardık " diyen arkadaşıma ettiğim küfürleri artık ben yiyeceğim. Görüntüleri, güzel günleri, neşeleri aklıma kazımak istiyorum hep, panikle. Kuaförün önünde sigara içerken toprağına kül döktüğüm güllerin görüntüsü, apartman kapısının önünde oturduğum bahar akşamlarında bacaklarımın arasına başımı eğip dalıp gittiğim fayansların desenleri, balkonumun sağ köşesinden sarkınca görünen bahçedeki paslanmış motorsiklet, sokağın girişindeki caminin hacı yeşilinden koygun , ümitli ışıkları, sabahları salondaki toz zerreciklerini aydınlatan güneş, komşu apartmanın bir tane kopardım diye kızdığı, inadına gece gidip bir demet topladığım leylakları, güzelyalı sahilin tuhaf sonsuzluk duygusu. her şeyi unutacağım gibi geliyor şimdi.
8 Nisan 2013 Pazartesi
Kusursuz röprodüksiyon
Gerçek duygularla gerçek olduğu zannedilen duygular arasında ne fark var? Yorgun olduğuna kendini inandırıp yorgun hissetmek ile yorgun olmak arasında, üzgün olduğunu düşünmek ile üzgün olmak arasında, aşık olduğunu sanmak ile aşık olmak arasında ne fark var? Sonuçları aynı ise taklitle gerçek arasında ne fark var?
4 Mart 2013 Pazartesi
yazın bittiği
'' GİDERİM BEN YİNE SEN ÜZÜLME n' OLUR DAHA ARAMAM Kİ SENİ ! BU GİDİŞ SON OLUR HAYKIRIŞLARIM YARINA UMUDUN OLUR FERYADLAR BOŞA YİNE SEBEBİM OLURRR.....! ''
yukarıdaki muhteşem alıntının yazarı nasıl bir akrabalık ilişkimiz olduğunu kafamda kestiremeyeceğim bir uzaklıktan benim kuzenim. kendisi arabesk raple ilgileniyor ve iki üç ayda bir yeni şarkılarıyla facebooktan sevenlerine sesleniyor.
rap müziği hayatımın hiçbir evresinde anlayamadım, ergenliğimde bile bana '' adam hızlı konuşabiliyormuş, evet '' den fazla bir anlam ifade etmemiş bu tarz hakkında, kuzenim vasıtasıyla karşıma çıkana dek neredeyse hiç düşünmedim de. kuzenim fakat, rap müziğin anlam evrenine tam manasıyla hakim görünüyor. Sındırgı'nın Osmanlar Kasabasında yaşıyor, yazdıklarından anladığım kadarıyla her gün ama her gün onu aldatan fakat çok sevdiği için ayrılamadığı bir kız arkadaşı var ve amcasının açtığı ( amcası annemin annesinin kardeşinin oğlu oluyor ) bir cep telefonu dükkanında çalışıyor.
ben küçükken Osmanlar Kasabasına gittiğimde, aramızdaki yaş farkı sebebiyle bahsi geçen kuzenimle değil de, yine nasıl bir akrabalığımız olduğunu tam bilmediğim başka bir kuzenle arkadaş olmuştum. Kasaba hayatı, Heidi'nin Alp dağlarında yaşadığı hayatın tıpkısı gibi görünmüştü gözüme, günler sadece koşup oynayarak geçiyordu, karnımız acıkınca gerçekten meyve toplayıp yiyorduk, derede kurbağa yakalamaya çalışırken akşam oluyordu, erken yatmak gibi bir sorun yoktu, nerede uyuduğun problem değildi ve ben şehir çocukluğunun getirdiği böcek fobimi bile yeniyordum yavaş yavaş.
Arkadaşım Mukaddes her yönden bana benziyordu, gözleri çekikti, çilleri vardı, gizli yerler keşfetmekten ve yokuşlardan aşağıya bağırarak koşmaktan hoşlanıyordu, oğlanlarla yalnızca onlara taş atıp kaçtığımız zaman ilgileniyordu, çocuk olmanın getirdiği bir kardeşlik bağımız vardı, birbirimiz için yaşıyorduk.
Yaz tatilinin bittiğini ve anneannemle eve döneceğimizi öğrendiğim gece, Mukaddes'le kasabanın hiç araba geçmeyen asfalt yolunun ortasına oturup ağladık. Ne kadar çok dönmek istemediğimi, gidecek olmanın boğazımda yarattığı düğümü şu an bile çok iyi anımsıyorum. Seneye yine geleceğime söz vermiştim, fakat sözleri tutmanın çocukların elinde olmadığını o zaman bile biliyordum.
Seneler geçti, ben arkadaşımı unuttum, gizli yerler keşfetmeyi, böceklerden korkmamayı unuttum. Sındırgı'da bir akraba düğününde, plastik sandalyelere oturmuş dans edenleri seyrederken, annem '' bak Mukaddes '' diye bir kız gösterdi. Mukaddes hala benim çocukluk arkadaşım olan kızdı, gözleri, çilleri, esmer elleri aynıydı. kaçarak evlenmişti, hamileydi, kocası karnına tekme atıyordu, beni çok özlemişti, ağlıyordu. O ağlarken içimde bir şeyler kırılıyordu, arabesk rapçi kuzenim haklıydı, dünya boşa giden feryatların, mutsuz aşkların, çocukluk arkadaşını teselli edecek sözleri bilememenin dünyasıydı. Dünya hatırlamanın ve geri dönememenin dünyasıydı.
yukarıdaki muhteşem alıntının yazarı nasıl bir akrabalık ilişkimiz olduğunu kafamda kestiremeyeceğim bir uzaklıktan benim kuzenim. kendisi arabesk raple ilgileniyor ve iki üç ayda bir yeni şarkılarıyla facebooktan sevenlerine sesleniyor.
rap müziği hayatımın hiçbir evresinde anlayamadım, ergenliğimde bile bana '' adam hızlı konuşabiliyormuş, evet '' den fazla bir anlam ifade etmemiş bu tarz hakkında, kuzenim vasıtasıyla karşıma çıkana dek neredeyse hiç düşünmedim de. kuzenim fakat, rap müziğin anlam evrenine tam manasıyla hakim görünüyor. Sındırgı'nın Osmanlar Kasabasında yaşıyor, yazdıklarından anladığım kadarıyla her gün ama her gün onu aldatan fakat çok sevdiği için ayrılamadığı bir kız arkadaşı var ve amcasının açtığı ( amcası annemin annesinin kardeşinin oğlu oluyor ) bir cep telefonu dükkanında çalışıyor.
ben küçükken Osmanlar Kasabasına gittiğimde, aramızdaki yaş farkı sebebiyle bahsi geçen kuzenimle değil de, yine nasıl bir akrabalığımız olduğunu tam bilmediğim başka bir kuzenle arkadaş olmuştum. Kasaba hayatı, Heidi'nin Alp dağlarında yaşadığı hayatın tıpkısı gibi görünmüştü gözüme, günler sadece koşup oynayarak geçiyordu, karnımız acıkınca gerçekten meyve toplayıp yiyorduk, derede kurbağa yakalamaya çalışırken akşam oluyordu, erken yatmak gibi bir sorun yoktu, nerede uyuduğun problem değildi ve ben şehir çocukluğunun getirdiği böcek fobimi bile yeniyordum yavaş yavaş.
Arkadaşım Mukaddes her yönden bana benziyordu, gözleri çekikti, çilleri vardı, gizli yerler keşfetmekten ve yokuşlardan aşağıya bağırarak koşmaktan hoşlanıyordu, oğlanlarla yalnızca onlara taş atıp kaçtığımız zaman ilgileniyordu, çocuk olmanın getirdiği bir kardeşlik bağımız vardı, birbirimiz için yaşıyorduk.
Yaz tatilinin bittiğini ve anneannemle eve döneceğimizi öğrendiğim gece, Mukaddes'le kasabanın hiç araba geçmeyen asfalt yolunun ortasına oturup ağladık. Ne kadar çok dönmek istemediğimi, gidecek olmanın boğazımda yarattığı düğümü şu an bile çok iyi anımsıyorum. Seneye yine geleceğime söz vermiştim, fakat sözleri tutmanın çocukların elinde olmadığını o zaman bile biliyordum.
Seneler geçti, ben arkadaşımı unuttum, gizli yerler keşfetmeyi, böceklerden korkmamayı unuttum. Sındırgı'da bir akraba düğününde, plastik sandalyelere oturmuş dans edenleri seyrederken, annem '' bak Mukaddes '' diye bir kız gösterdi. Mukaddes hala benim çocukluk arkadaşım olan kızdı, gözleri, çilleri, esmer elleri aynıydı. kaçarak evlenmişti, hamileydi, kocası karnına tekme atıyordu, beni çok özlemişti, ağlıyordu. O ağlarken içimde bir şeyler kırılıyordu, arabesk rapçi kuzenim haklıydı, dünya boşa giden feryatların, mutsuz aşkların, çocukluk arkadaşını teselli edecek sözleri bilememenin dünyasıydı. Dünya hatırlamanın ve geri dönememenin dünyasıydı.
26 Şubat 2013 Salı
karakter aşınması
hiç geçmeyen bir yabaniliğim var. yıllardır tanıklarım hariç, insanlarla konuşmak ceza gibi geliyor. akıllı insanlarla konuşmak, akıllı olduklarını göstermeye çalışacaklar korkusuyla iki kat daha zor. 24 yaşımda artık kimseye sevdiğim yazarları saymak istemiyorum. konuşmadan anlaşmanın bir yolu olsa? konuşmak bana yoz hissettiriyor. tanışmak, kendini anlatmak, akıllıca espriler yapmak falan, berbat bir şey değil mi?
16 Şubat 2013 Cumartesi
'' Almanya' da bir öğretmen bir gün sınıfa girer ve ... '' Facebook'ta herkes çok ama çok akıllıca şeyler paylaşıyor, okurken Allah korusun içime bir şeyleri değiştirme hevesi girer diye uzun yazı gördükçe geçiveriyorum hemen. birisinden bir hikaye duydum diye hayatımı değiştireceksem hiç değişmesin hayatım, çünkü sonra onun hikayesi de çok pis olur, gevrek bir keyifle, arkama yaslanıp başlarım artık anlatmaya '' bir gün bir hikaye okudum, vidividividiydi ve kendine güvenin öneminden bahsediyordu, işte o gün ... '' suratımda bir rahatlık, içimde bir iş yapmanın saadetinin kimlikleşmiş hali, yanaklarım şişmanlamış, kızarmış.
dört beş gündür evden çıkmıyorum, kitap okuyorum, oyun oynuyorum, dizi izliyorum falan. tatil yapıyorum gerçekten yani, içim de o kadar rahat ki. yani vaktim boşa geçmiş, bir şey öğrenmemişim, gezmemişim, görmemişim, yaşlanıyormuşum falan hiçbir şey yok. öylece oturmakta hiçbir beis görmeyen, çok güzel bir ruh hali yakaladım. yarın gerçi çınaraltına gideceğim ama o da evimin bahçesi gibi bir şey, semt değiştirmedikçe insan evden çıkmış sayılmaz diye düşünüyorum.
yarın kendime bir şişe mandalina kolonyası almak istiyorum. mandalina benim için bahar gibi kokuyor, kış meyvesi de olsa. hep çantamda dursun, üzüldükçe, sıkıldıkça kolonyamı çıkarayım ( otobüste biri birine bağırınca, haksız olanı susturmaya cesaretim olmayınca mesela ) onu koklayayım ve alnıma dokunanlar, iyileşmiş desinler istiyorum.
dört beş gündür evden çıkmıyorum, kitap okuyorum, oyun oynuyorum, dizi izliyorum falan. tatil yapıyorum gerçekten yani, içim de o kadar rahat ki. yani vaktim boşa geçmiş, bir şey öğrenmemişim, gezmemişim, görmemişim, yaşlanıyormuşum falan hiçbir şey yok. öylece oturmakta hiçbir beis görmeyen, çok güzel bir ruh hali yakaladım. yarın gerçi çınaraltına gideceğim ama o da evimin bahçesi gibi bir şey, semt değiştirmedikçe insan evden çıkmış sayılmaz diye düşünüyorum.
yarın kendime bir şişe mandalina kolonyası almak istiyorum. mandalina benim için bahar gibi kokuyor, kış meyvesi de olsa. hep çantamda dursun, üzüldükçe, sıkıldıkça kolonyamı çıkarayım ( otobüste biri birine bağırınca, haksız olanı susturmaya cesaretim olmayınca mesela ) onu koklayayım ve alnıma dokunanlar, iyileşmiş desinler istiyorum.
3 Şubat 2013 Pazar
Sanço Panço bir taşra kentinin sinema salonuna girer. Don Kişot’u arar ve onu kenarda bir yerde otururken bulur, ekrana kilitlenmiştir. Salonda boş yer yok gibidir,-bir tür loca olan- galeri gürültücü çocuklarla tıka basa doludur. Faydasız birkaç girişimden sonra Don Kişot’a ulaşamayacağını anlayan Sanço isteksizce orta sırada bir kız çocuğunun yanına oturur (Dulcinea mıdır?). Film gösterimi başlamıştır, kostümlü bir filmdir, ekranda, silahlı şövalyeler koşturmaktadır, bir anda tehlike içinde bir kadın görünür ekranda. Don Kişot aniden ayağa kalkar, kılıcını kınından çıkarır, ekrana doğru atılır ve kılıç darbeleri ekran perdesini yıkmaya başlar. Ekranda hala kadın ve şövalyeler gözükmektedir ama Don Kişot’un kılıç darbesiyle açtığı kara delik giderek daha da büyümekte, görüntüleri durmak bilmeden yalayıp yutmaktadır. Sonunda ekrandan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştır, sadece onu tutan ahşap çerçeve görünmektedir. Öfkeli izleyiciler salonu terk eder ama locadaki çocuklar Don Kişot’a tezahüratlarını sürdürürler, adeta onun fanatik taraflarına dönüşmüşlerdir. Sadece orta sırada oturan kız çocuğu ona suçlayıcı ve azarlayıcı bir tavırla bakmaktadır.
Hayallerimizle ne yapmamız gerekir? Onları sevmeli miyiz, hayallerimize onları yok etmemizi gerektirecek ölçüde inanmalı mıyız, onların gerçek olmadığını mı ispatlamalıyız (Orson Welles sinemasının anlamı belki de budur). Eninde sonunda, boş oldukları anlaşılınca, tatmin edilmemiş oldukları anlaşılınca, onları meydana getiren hiçliği gösterdiklerinde, işte sadece o zaman onların hakikat değerini azaltmalı ve –kurtardığımız- Dulcinea’nın bizi asla sevemeyeceğini anlamalıyız.
Giorgio Agamben / Dünyevileştirmeler
11 Ocak 2013 Cuma
mr stone'un roma baharı
okuyor ve çalışıyor olmak ile yaşıyor olmak pek birbiriyle bağdaşan kavramlar değil, bunu fark ediyorum bu günlerde. okula gidiyorum, okuldan çıkıp işe gidiyorum ve işten eve gelir gelmez uyamamak için kendimi çok çok zorlamam gerekiyor.
çalışkan insanlar hiçbir zaman hoşuma gitmedi, çocukluğumdan beri sanki çalışkan insanlar elit bir sınıfmış da, biz tembeller işçi sınıfıymışız gibi saçma bir alt metin vardı beynimde. bazı arabaların köpeğe, bazı arabaların böceğe benzemesi gibi işte.
hiç ama hiç ama hiç çalışkan olmadım, hayatım boyunca. bu cümlenin sonuna hayali bir ünlem koyuyorum. önümde ne iş varsa hep ondan kaytarabildiğim kadar kaytarmaya çalıştım, önemli olan bir şey yapmak değil de ondan sıyrılmakmış gibi. belki bu benim karakterimdir diyorum şimdi, yani doğuştan gelen bir şeydir falan, ama bir yandan da ortada sıyrılınacak bir iş olmayınca mutlaka bir şeyler yapmam gerekirmiş ve her şey kaçıp gidiyormuş ve gençmişim, ölecekmişim, fotoğraflarda gülümseyecekmişim hisleri.
yaşlı insanlara bakıyorum yolda giderken, ne kadar yaşlılar be. bu kadar yaşlı olmakta sürreal bir taraf yok mu? onu kabullenmekte, o yavaş adımlarda, dünyanın hallerine uyum sağlayamamakta, hep o soluk renkli pardesülerde falan, bir delirme hali gelmez mi insana?
yaşlanınca hep televizyon seyredip uyumak istiyorum, ben küçükken anneannemlerde seyrettiğimiz pembe diziler vardı, onları bulup yaşlılık günlerim için kaydedeceğim, gelsin rosalindalar, mario bariolar, gitsin yaşlılık depresyonları. değil mi.
çalışkan insanlar hiçbir zaman hoşuma gitmedi, çocukluğumdan beri sanki çalışkan insanlar elit bir sınıfmış da, biz tembeller işçi sınıfıymışız gibi saçma bir alt metin vardı beynimde. bazı arabaların köpeğe, bazı arabaların böceğe benzemesi gibi işte.
hiç ama hiç ama hiç çalışkan olmadım, hayatım boyunca. bu cümlenin sonuna hayali bir ünlem koyuyorum. önümde ne iş varsa hep ondan kaytarabildiğim kadar kaytarmaya çalıştım, önemli olan bir şey yapmak değil de ondan sıyrılmakmış gibi. belki bu benim karakterimdir diyorum şimdi, yani doğuştan gelen bir şeydir falan, ama bir yandan da ortada sıyrılınacak bir iş olmayınca mutlaka bir şeyler yapmam gerekirmiş ve her şey kaçıp gidiyormuş ve gençmişim, ölecekmişim, fotoğraflarda gülümseyecekmişim hisleri.
yaşlı insanlara bakıyorum yolda giderken, ne kadar yaşlılar be. bu kadar yaşlı olmakta sürreal bir taraf yok mu? onu kabullenmekte, o yavaş adımlarda, dünyanın hallerine uyum sağlayamamakta, hep o soluk renkli pardesülerde falan, bir delirme hali gelmez mi insana?
yaşlanınca hep televizyon seyredip uyumak istiyorum, ben küçükken anneannemlerde seyrettiğimiz pembe diziler vardı, onları bulup yaşlılık günlerim için kaydedeceğim, gelsin rosalindalar, mario bariolar, gitsin yaşlılık depresyonları. değil mi.
5 Ocak 2013 Cumartesi
tembellik hakkı
yine işe girdim. maddi durum açısından eşit olduğum pek çok insanın on katı falan çalışma hayatı deneyimim var heralde bu yaşta. çok ama çok çalışıyorum ve çok yoruluyorum bazen, tükenmiş hissediyorum yani. ama tükenmiş hissetmek çürümekten yeğ sanırım.
uyanıp uyumak, bir şey yapmamak ve bir şey yapmadığına sinirlenmek döngüsü öldürüyor beni. her şey boş durmaktan iyi, yorgunluk, aptal insanlar, sırt ağrıları ve stres falan gerçekten boş durmanın yanında gül bahçesi kalıyor. ya da manyak olduğum için bana öyle geliyor. manyak lafı da, bu arada, bana çok ama çok komik geliyor.
otobüste ve yarım saatlik arada kitap okumaya çalışmak, yolda yürürken kahvaltı etmek ve otobüste '' yalnız'' kalacağımı düşünüp sevinmek falan iyi şeyler. hayat iyi, bazen güneş açıyor azıcık.
baharı içimde bir yerde çiçek kokularının rayihası sıkışıp kalmış gibi bekliyorum. güneşli günlerde evimin yokuşundan aşağı denize doğru koşmak istiyorum şimdi, yolda yaseminler, leylaklar, beyaz apartmanlarda balkon kahvaltıları, baharın neşeli insanları.
uyanıp uyumak, bir şey yapmamak ve bir şey yapmadığına sinirlenmek döngüsü öldürüyor beni. her şey boş durmaktan iyi, yorgunluk, aptal insanlar, sırt ağrıları ve stres falan gerçekten boş durmanın yanında gül bahçesi kalıyor. ya da manyak olduğum için bana öyle geliyor. manyak lafı da, bu arada, bana çok ama çok komik geliyor.
otobüste ve yarım saatlik arada kitap okumaya çalışmak, yolda yürürken kahvaltı etmek ve otobüste '' yalnız'' kalacağımı düşünüp sevinmek falan iyi şeyler. hayat iyi, bazen güneş açıyor azıcık.
baharı içimde bir yerde çiçek kokularının rayihası sıkışıp kalmış gibi bekliyorum. güneşli günlerde evimin yokuşundan aşağı denize doğru koşmak istiyorum şimdi, yolda yaseminler, leylaklar, beyaz apartmanlarda balkon kahvaltıları, baharın neşeli insanları.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)